Tove Jansson’u nasıl bilirdiniz? Avrupa’da terör estirdiği günlerde Nazileri ti’ye alan karikatürleriyle bir isyankâr mı, yoksa savaşa kurban vermemek için çocuk doğurmayı reddeden, hatta evlenmeyi bile aklından geçirmeyen biri olarak mı? Mumi gibi dünyaca ünlü bir çocuk kitabı yazarı mı, yoksa herhangi bir erkeğe bağlanmamayı tercih eden ve o dönem için hayli feminist tavır takınan bir kadın olarak mı?..
Jansson, hem kendi yaşamından hem de tanık olduklarından hareketle çocukluğun çoğunlukla ebeveynler tarafından üretildiğini ve daha sonra hayatın şekillenmesinde epey önemli rol oynadığını düşünen bir yazardı. Ona göre çocuğun temel görevi, daha doğrusu amacı, yaşam karşısında tüm ciddiyetiyle oyun oynamak olmalıydı. Dolayısıyla onlar, büyüklerin en büyük eleştirmeni hâline gelmeliydi.
Çocuğu ve çocukluğu böyle değerlendirip niteleyen Jansson; bir çocuğun dilinden hikâyeler anlattığı otobiyografik metni Heykeltıraşın Kızı’nda dört koldan birbiriyle kesişen ve ayrışan hikâyeler anlatıyor: Olayların akışına kapılıp giden karakterlerin hâlleri, Tove’nin ailesine ve olup bitene bakışı, yine Tove’nin ebeveynlerinin ve aile büyüklerinin diliyle yaşananlara yaklaşımı ve son olarak da Tove’nin paralel bir evrene geçişi…
Jansson’un olaydan olaya, kişiden kişiye, mekândan mekâna sıçraması, hem yaşamını gösteriyor bize hem de yazarlığının ve Heykeltıraşın Kızı’nın alametifarikası hâline geliyor.
‘Jansson’un türbülansı’
Heykeltıraşın Kızı; birbirinden ayrı ama aynı yolda giden vagonlardan oluşmuş bir marşandiz benzeri hikâyelerden oluşuyor. Karakterler ve kahramanlar, bir görünüp bir sırra kadem basıyor. Sanatçı bir ailenin gelgitli, durağan ve aniden bastıran heyecan fırtınasıyla yüklü hikâyesi bu. Her şey, bir çocuğun gözünden anlatılan bir oyuna benziyor. Aynı zamanda yaratma sıkıntısını ve bir ölçüde var oluş krizini yansıtıyor. Kısacası Maria Antas’ın dediği gibi “Jansson’un türbülansı” bu.
Jansson, öykülerinde oyundan yaşama ve oradan da sanata salınıyor. Bir tablo, bir heykel ve bir masal hâlini alıyor hikâyeler. Aşağıdan yukarıya bakıyor anlatıcı; ebeveynlerinin yüzüne, ellerine ve eserlerine… Gözünün takıldığı bir diğer şey onların zihni; kelimeler ve cümlelerle hem hayatı öğreniyor hem de aile büyüklerinin dünyaya bakışını: “Patlama güzel bir kelime, çok büyük bir kelime. Daha sonra başka kelimeler de öğrendim ancak yalnızken kendi kendinize fısıldayacağınız türden kelimeleri. Kaçınılmaz. Dekoratif. Profil. Felaket. Elektrik. Sömürge malları mağazası. Defalarca tekrar edildiğinde daha da büyüyorlardı. Sözcük iyice büyüyene, sözcükten başka bir şey kalmayana kadar fısıldıyor, fısıldıyordum.”
Anlatıcı küçük kız, konuşmayı büyüklerinin sözcüklerini dikkatle dinleyerek öğrenirken evde olup bitenin farkına da varıyor; eserleri âdeta kutsanan babası, heykelleri için sürekli övgü bekleyen her şeyi düzenleyen ve hâl yoluna koyan bir eğitmen kimliğine bürünürken annesinin ürettikleri geri planda kalıyor. Çocuk, bunların ayırdında ve söz konusu durum içten içe bir çatlak yaratıyor: “Babamın heykelleri, ateşin ışığında yavaşça etrafımızda dolaşıyordu, adımlarını dikkatle atan, sanki her an kaçacakmış gibi duran, üzgün, beyaz kadınlar. Her yerde tehlike olduğunu biliyorlardı ama bir mermere kazınıp bir müzeye yerleştirilene kadar hiçbir şey onları kurtaramazdı. Orada güvendelerdi. Bir müzede yahut bir kucakta yahut bir ağaçta. Belki bir yorganın altında. Ama en iyisi, hâlâ anne karnında değilseniz, kocaman bir ağacın üzerinde olmaktı.”
Öykülere konu olan aile, bazen heyecanlı ve eğlenceli bazen son derece düz ve yüzeysel. Anlatıcı satır aralarında bunu sanatsal yaratıcılığa bağlıyor. Kısacası ortama hep bir huzursuzluk hâkim. Bu, fantastik bir öğe olduğu kadar hayatî bir durum; yaşamı çevreleyen bir hikâye ya da çocuklukta tekrar işitilmek istenen masallar misali: “Bir sabah güneş doğmasaydı. Her zamanki gibi uyansak, babam saate bakıp yine yanlış gösteriyor, deseydi. Saatler cehennem aletidir. Uyumaya çalıştık, olmadı. Babam radyoyu açtı, yalnızca parazit yaptı. Toprak antenine bir şey mi oldu diye bakmak için dışarı çıktık. Bir sorun yoktu. Diğer anten de huş ağacındaydı. Saat sekizdi ama hava bütünüyle karanlıktı. Gözümüzde uykudan eser olmadığından kahve içtik.”

Güven, huzursuzluk ve küçük eğlenceler
Jansson’un öğrenmeye, anlamaya ve yaratmaya ilişkin hikâyeler anlattığı Heykeltıraşın Kızı, sanatçı bir ailenin evladı olarak büyümenin ağırlığının ve hafifliğinin aynı anda sunulduğu bir metinler toplamı.
Sanatına toz kondurulmasından, başkalarının yaptığı, sanatsal değeri bulunmayan ve gereksiz şeylerden hoşlanmayan babanın bir boy öne çıktığı, annenin silikleştiği öykülerde Jansson, küçük anlatıcının yaşama karışma ve bir başka yaşam düşleme süreciyle de buluşturuyor bizi.
Facialar, fantastik yolculuklar, varoluşsal krizler, dünyanın sonuna dair kaygıların yanı sıra daha elle tutulur veya yalın meseleler de karşımıza çıkıyor. Sanatsal yaratıcılıkla ilgili sıkıntılar, açmazlar ve egolar ise hep fonda. Anlatıcı için de geçerli bu. O da ailesinden aldıklarıyla aynı yola girmenin hazırlığı içinde. Bu yolda rastladığı, incelediği, anlamaya uğraştığı ve istese de istemese de yaşamını biçimlendiren kişi babası: “Babam, söylediklerine itiraz etmediklerinden bütün hayvanları severdi. En çok da tüylü olanları. Hayvanlar da onu seviyordu, onun yanında canlarının istediğini yapabiliyorlardı çünkü. Ama iş hanımlara geldiğinde her şey değişiyordu. Heykelleri yapıldığında kadın oluyorlardı, hanım oldukları sürece işler zorlaşıyordu. Modellik bile yapamıyorlar, bir de çok konuşuyorlardı. Annem elbette hanım değildi, hiçbir zaman da olmamıştı.”
Anlatıcı; pek çok insanı, mekânı ve bir dizi olayı anlamlandırmaya çalışırken derinlerde filizlenen sanatçılığını açığa çıkarıyor. Basit bir oyun sırasında karşısındakileri “amatörlükle” veya “sanatçı olmamakla” suçluyor mesela. Örneğin bir sokağın ve oranın sakinlerinin ya da aile büyüklerinin anlatımındaki yoğun tasvirler dikkat çekiyor. Bu durum, sanatçılığa öykünen ve babasının âdeta alay ettiği aile büyüklerini anlatırken de gerçeküstü bir hikâye veya oyun kurgularken de geçerli. Aynı şey, babasının atölyesini ve heykellerini gözlemlerken de karşımıza çıkıyor: “Atölye heykellerle doluydu, hep orada olan, büyük beyaz kadınlarla. Her yerdeydiler. Kol hareketleri belirsizdi, utangaçtı. Benim meleklerimden bütünüyle farklı tarzda ilgisiz ve hüzünlü olduklarından, bakışları yanınızdan kayardı. Bazılarının başlarında çamur paçavraları, en büyüğünün belinde çamaşır ipi vardı. İp ıslaktı, yanından geçerken, soğuk beyaz kuşlar gibi yüzünüze sürtünürdü karanlıkta. Atölye geceleri hep karanlıktı. (...) Babamın kadınları kutsaldı. Babam, alçı dökümünden sonra umursamazdı onları. Ama diğer herkes için kutsallardı.”
Jansson’un öyküleri bir güç gösterisi ile sıradan bir yaşamın sanatsal yaratım krizleri ve dümdüz bir hayatın kesişiminde konumlanıyor. Sarsıntılar, güven, huzursuzluk ve küçük eğlenceler, bu sanatçı ailenin evinden hiç eksik olmadığı gibi zaman zaman biri diğerinin önüne geçiyor. Aralara da bazen gerçek bazen fantastik hikâyeler sıkıştırılıyor anlatıcı tarafından. Dolayısıyla Heykeltıraşın Kızı, Tove’nin bir aile anlatısı olarak ve bazı anlarda da bundan bağımsız bir kurmaca şeklinde okunabilecek bir metin hâline geliyor.
Heykeltıraşın Kızı, Tove Jansson, Çeviren: Ali Arda, Ayrıntı Yayınları, 112 s.
(AB/VC)








