* Bu yazının yazılmasının ardından ölüm orucundaki Grup Yorum üyesi Helin Bölek hayatını kaybetti. İbrahim Gökçek halen ölüm orucunda.
« Size böylesine hâkim olan kişinin iki gözü, iki eli, bir bedeni var ve herhangi bir insandan daha başka bir şeye sahip de değil. Yalnızca sizden fazla bir şeyi var: O da sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük. Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa,nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa üzerinizde nasıl iktidarı olabilir? Sizinle anlaşmadıysa sizin üstünüze gitmeye nasıl cesaret edebilir? Kendinize ihanet etmeseniz, sizi öldüren bu katilin yardakçısı olmasanız ve sizi yağmalayan bu hırsıza yataklık etmeseniz o ne yapabilir? Zarar versin diye meyvelerinizin tohumunu dikiyorsunuz. Hırsızlıklarına eşya sağlamak için evlerinizi doldurup döşeyip, kızlarınızı da şehvet tutkusunu tatmin etsin diye yetiştiriyorsunuz. Çocuklarınızı onlara yapabileceği en iyi şey olan savaşlarına götürsün diye, katliama götürsün diye, onları tutkularının uşakları ve intikamlarının uygulayıcıları yapsın diye büyütüyorsunuz. Derin haz duygularını incelikle ele alabilsin ve pis ve rezil eğlencelerinin içinde yuvarlanabilsin diye ölesiye çalışıp bitkin düşüyorsunuz. Onun daha güçlü ve sert olması ve böylece dizginleri daha da sıkması için kendinizi zayıflatıyorsunuz. Hayvanların bile sezinleyemeyeceği ya da katlanamayacağı tüm bu kötülüklerden kurtulabilirsiniz. Bunun için kurtulmaya çabalamanız gerekmez, yalnızca kurtulmak istemeniz yeterli olacaktır. Kulluk etmemeye karar verdiğiniz an özgürsünüz demektir. Onu itmenizi ya da dengesini bozmanızı istemiyorum. Fakat yalnızca onu desteklemeyin; işte o zaman onun altından kaidesi çekilmiş bir Colosse[i] gibi tüm ağırlığıyla düşüp parçalandığını göreceksiniz.[ii]»
Günümüz
La Boétie bu satırları yazdığında 1570’lerdeydik. Aradan beş yüzyıla yakın zaman geçti ve bu alıntı hâlâ kısmi güncelliğini koruyor. Günümüzde “sivil itaatsizlik”le açıkladığımız bu düşünce, geçen zamanda birçok forma bürünmüş ve iktidarın hayatlarımızın tam ortasına girdiği yüzyılımızda artık direnişin dışsal faktörlerden değil, bilakis direkt olarak kendimizden başlaması gerektiğini gösteren bir dönüşüme uğramıştır.
Grup Yorum ve Mustafa Koçak, 300’lü günlere yaklaşan ölüm oruçlarıyla politika sahnesinde yerlerini aldıkları şu günlerde, COVID-19’un medyayı sarmasına rağmen hâlâ gündem oluşturabiliyorlar. Birçok farklı kişiden yine bu eylem biçimiyle ilgili birçok yorum okuyor ve duyuyoruz. “İnsan yaşamalı, yaşarken görüşlerini savunmalı”, “zaten devletin istediği bu değil mi, ölmelerini istiyor, ekmeğine yağ sürmeyin”, “talepleri duyuldu, artık bıraksınlar”…vs gibi argümanların biraz eskidiğini söylemek gerek.
Kuşkusuz herkes birilerini seviyor ve kimse kimsenin ölmesini istemiyor; ama bu konuda felsefik bir yaklaşımı okumaya ihtiyaç duyulduğu kanaatinde olduğum için 2014’te Cüneyt Sadi Melek[iii] ile yazdığımız bu yazıyı biraz da kısaltarak (kopukluklar olduysa affola) ve güncelleyerek tartışmaya açmak istedim. Gönül isterdi ki ben de ciddi metinleri Selçuk Abi[iv] kadar eğlenceli yazayım; ama henüz o kafaya gelemedim ne yazık ki ve ne kadar sadeleştirmeye çalışsam da yazının bazı kısımlarını anlamak için bazı kavramlara hâkim olmak gerekebilir. Bence yine de COVID-19 nedeniyle evlerimize gömüldüğümüz şu günlerde sabretmeye ve boş zamanımızı doldurmak için okumaya değer gibi.
Peşinen söyleyeyim de sorumluluğun bir kısmından kurtulayım: Ölüm orucu eyleminin emperyalist kapitalist sistemde yarattığı politik etkiler çok yönlü ve ne yazık ki bütün bunları bir yazıda incelemek imkansız. Bu nedenle bu yazı, ne ekonomik değerlendirme yapmak ne de ölüm orucu eyleminin Türkiye’deki sistemdeki etkilerini ortaya koymak amacı taşımamaktadır. Yazının yegane hedefi, ölüm orucunun tek bir yönünü, yani bedenle iktidar arasındaki gergin ilişkiyi, Foucault’nun teorisine göre “kısaca” incelemeye çalışmaktır.
Düşünsel girizgah
İktidarın, elinde barındırdığı “öldürme ya da yaşamasına izin verme” hakkını, “yaşatma ya da ölüme atma” gücü olarak tanımladığımız bir başka modele geçiş yaptığı teorisi ilk olarak Michel Foucault tarafından 1976[v] yılında Collège de France'taki derslerinde dile getirilmişti. Klinik, hapishane veya fabrikadaki yeni iktidar mekanizmaları üzerine çalıştıktan sonra Foucault, derslerinde, iktidarın 18. yy’dan itibaren özellikle insan bedeni üzerine yoğunlaştığını belirtmiş ve bu fenomeni biyopolitika kavramıyla açıklamaya koyulmuştu. Şöyle diyordu Foucault, “…Kapitalist toplum için, biyolojik ve bedenle ilgili olan biyopolitika her şeyden çok önemliydi. Beden biyopolitik bir gerçeklik, tıp biyopolitik bir stratejidir[vi]”. Foucault, bunu derken aslında kapitalizmin yıllar içinde, ilk olarak iş gücündeki kollektifleşme ve sosyalleşmenin gelişimini ön plana çıkarmaktaydı. Bu sosyal durumun kontrolünün bedeni kontrol etmekle başladığını iddia ediyordu. Bu yüzden kapitalist toplumda beden her şeyin temeli ve adeta iktidarın dayanağıydı.
Bu filozof dostumuza göre biyopolitika eski metotları ve araçları reddetmez, onlara nüfuz eder, onları değiştirir ve dönüştürür. En nihayetinde iktidar, öldürmek gibi geleneksel misyonunu terk etmez; ama daha çok, “insandan nasıl bir fayda sağlarım” ın üzerine yoğunlaşır. Misal, Orta Çağ boyunca Avrupa’da rahatça öldürülen suçlular ya da Osmanlı döneminden günümüz karikatürlerine miras kalan “tiz vurun kellesini” gibi popüler cümleler artık başka bir konseptte yaşadığımızı gösterir nitelikte etkilerini yitirmiş ve idam cezası istisnai bir nitelik kazanmıştır. Kimisi yeni iktidar modelinin eskisinden daha az tehlikeli olduğunu söyler. Bu tez tartışılır ama kesin ve net olan bir şey vardır ki günümüz iktidarı bizi daha fazla yaşatmaya endekslidir. Emek gücünün sömürüsünü en verimli şekilde yerine getirebilmek için buna ihtiyacı vardır.
Bizi disipline sokan bir dizi kurumun tek tipleştiren yapısını eserlerinde açıkça ortaya koyuyor Foucault. Aileden okula, fabrikadan kliniğe veya hapishaneye, kurumların işleyiş mantığı çok az değişiyor. Birey, ömrü boyunca, kendisi için planlanmış bir hayatın içinde hareket etmekte, bunu yaparken de iktidarı ve kurallarını terk etmemektedir. Açıkçası, insanın bu koşullarda iktidarın kontrolü dışında bir ilişki şekli geliştirmesi, ufak boşluklar hariç, pek mümkün gözükmüyor da. Dolayısıyla, özel hayatımızda bile, bizi yöneten bu iktidar ilişkisini hayatımızın her alanında göz önünde bulundurmamız gerekiyor.
Yaşam ve Ölüm Hakkı
Foucault’ya göre iktidar yaşama sahip, ancak ölüme değildir. Çünkü ölüm olduğu zaman beden üzerinde uygulanan politika biter. Yaşama sahip olmasından dolayı, hayatımızda ne yapacağımıza da iktidar karar verir. Mevcut iktidar nasıl yaşadığımız konusunda bayağı meraklı ve “ilgilidir”. Ölümümüz artık onun için bir önem teşkil etmezken yaşamımız bir şekilde kullanabileceği bir araca dönüşür ve hatta “kişinin kendi isteğiyle ölmesi” ahlaki ve yasal değerler aracılığıyla yasaklanır.
Bu durumda, iktidar ve birey arasında diyalektik bir ilişki ortaya çıkmaktadır: İktidar, bireyi kendi kontrolü altında ve çıkarları ile yaşattığı için, birey, yaşamıyla ilgili her noktadan ve doğal olarak ölümünden iktidarı sorumlu tutar. Aynı zamanda kişi daha çok tatmin olacağı bir hayatı yaşamak için iktidarın daha fazla rolü olması gerektiğini düşünür ve üzerinden sorumluluğunu atabilme şansı edinir. Sonuçta yaşamaktaki varoluşsal sorun, gelir bireyin kafasını meşgul eder. Bireyin sistemin organize ettiği her aşamaya tabi olarak yaşarken aslında kendisiyle ilgili bir konuda -kendi ölümü hakkında dahi- bir söz sahibi olamadığı ortaya çıkar.
Örneğin, bazı yasal metinler ve anayasalar şöyle bir cümle içerir: insan yaşamı kutsal ve dokunulmazdır ve yaşam hakkı mutlaktır ve herkes için geçerlidir. Dini metinler tarafından desteklenen bu fikir ve inanç; intihar, ötenazi veya açlık grevi gibi ölüm uygulamalarını yasaklar.
Lakin! Yazını bu bölümünde bir nefes alıp ufak bir “solculuk” yapalım ve asıl sorunun nasıl öleceğimizden çok “hayatımızın ne işe yaradığı” olması gerektiğini tekrar hatırlatalım. Belki de bizler ölümün bir son ve düşüncelerimizin kaybolması anlamına geldiğini düşünürken, birileri ölümün “kendi yaşamı hakkında söz söyleme özgürlüğü” anlamına geldiğini düşünebilir. Neyse lafı fazla uzatmadan devam edelim[vii].
Bir insanın çok fazla acı çekmek yerine ötenazi ile ölmeyi yeğlediğini veya bir intihar durumunda, “geçici deliliğe” bağlı bile olsa, eylemi gerçekleştiren kişinin bir an için ölmek istediğini çok basit bir şekilde görebiliriz. Ölüm orucu gibi bir durumda ise, var olan yasaların ve/veya pratiklerin kişinin yaşamasına engel olduğunun teşhiri söz konusudur. Onlar varken yaşamının bir anlamı olmadığını iktidara ilan eder ve ölmek için olmasa da bedenini ölüme yatırır.
Bu üç durumun garip de olsa ortak bir özelliği vardır. Her durumda kendi hayatıyla ilgili kararı, en azından o an ya da o süreçte, kendisi verir ve iktidara bu durumu nasıl yönetmesi gerektiğine dair söz söyleme hakkı vermez. (Kuşkusuz burada Boğaz Köprüsü’nde intihar etmeye çalışanları kurtarma şovu yapan yetkilileri göz ardı ediyorum :) ). Birey için, bu kadar acıyla yasamak, kendi dilek ve isteklerine uymaz ve tam da işte burada iktidarın Aşil topuğunu hedef alır: Yaşamak. Fakat işler o kadar kolay değildir. Kişinin bu talebi iktidar ve çeşitli ahlak normları tarafından “yaşamın kutsallığı” savıyla baştan savılır. Bu algı o kadar yerleşmiştir ki, modern insan artık ölüme gitmenin -feda eylemiyle, savaş kahramanlığıyla ya da bir intiharla- arka planından tamamen koparılmış hatta bu eylemi anlamsız ve komik bulmuştur.
Bir önceki paragraftan şunu anlamak gerekir: “Bir bireyin yaşamı üzerinde tek hak sahibi olan benim” der iktidar. En nihayetinde bu düşünce şekli, insan hayatı üzerindeki meşru şiddet uygulama hakkını sınırsız şekilde iktidara teslim etmekten öte değildir; yani Weberien düşünceye göre iktidarın meşru şiddetin tekeli olduğu anlamına gelmesidir.
Bir istisna hariç: Yaşadığımız düzende bir insanı öldürmenin meşru sayıldığı tek durum nefsi müdafaa olarak tanımlanır. Sistemin bir açığı gibi görünse de aslında iki hayattan birini kurtarma üzerine dayandığı için yine aynı durumun bir başka versiyonudur. Bu durumda zaten “hayat kurtarma” kutsallığı, iktidarın tek meşru güç olduğu bir alanda kendi cinayetlerini meşrulaştırmanın temel aracı olarak kullanılacaktır. Çünkü iktidar “hayat kurtaran” konumda olduğu için -uluslararası alanda veya günlük yaşamda, hangisi olursa olsun- bir insanın öldürülmesi, yetkililere yönelik bir tehdit olması durumunda meşru olabilir. Böylece iktidar kendi açığını kapatarak kendisinin kontrolü haricinde herhangi bir insan bedeni üzerinde bir söz hakkı oluşmasını engeller.
Kendi Bedeni Üzerinde Hak İddia Etme ve «Hayata Dönüş»
19 Aralık 2000’de Türkiye cezaevlerinin kaderini değiştirecek operasyon sabaha karşı başladı. Binlerce asker, silah ve bomba yığınağı, sarin gazları, kepçe ve dozerler… 30 insanın yaşamına mal olan bu operasyonun isminin «Hayata Dönüş» olması… Verilen tarih aslında Foucault’nun teorisine göre Türkiye’de iktidar metotları dönüşümünün olduğu tarih de denilebilir. Yani ölüm üzerinden değil yaşam üzerinden politika yapma vaktiydi iktidarın (eski metodları tamamen terk etmediğini, Roboski’den Dilek Doğan’a kadar gerektiğinde bu metodlara başvurduğunu tekrar hatırlatalım). 1999 yılında Abdullah Öcalan yakalandığında meydanlarda ip atmalarına bakmayın siz. 2004’te kaldırılacak idama izin veren yasa daha o zamanlarda yürürlükteydi ama iktidar mekanizmasının genel eğilimi yaşatmak üzerinden işlediği için artık 80 darbesi dönemine o konjonktürde dönülemezdi. F tipi cezaevlerine giden yol da aynı sürecin bir parçasıydı. Amaç, insanları biyolojik olarak “yaşatmak” olduğunda “nasıl”ın bir önemi kalmadı ve iktidar, bir kısım insanı öldürme pahasına binlerce mahkumun bedeni üzerinde tahakkümünü kurmak istedi.
Açlık grevleri devletlerin idari politikalarını etkileyecek şekle 20. yüzyıl başlarında bürünür. Bu grevler IRA, RAF, Mahatma Gandhi…vs gibi birçok politik aktör tarafından bir metot olarak kullanıldı ve iktidarı gerçek anlamda zora soktu. İktidar, köşeye sıkışmıştı; çünkü var olan perspektifi içinde meşru bir cevap bulmak çok zordu. İntihar mevzusu “cehennemlik” olduğundan ve bilinçlerde gayrimeşru olarak yerleştiğinden ötürü çok alışıldık bir durumken, bir kişinin hiçbir şey yemeden bir politik talepte bulunması çok yeni ve intihardan farklı bir durumdu. Amaç ölmek değil, taleplerini elde edebilmekti. Eldeki araç yalnızca, bedeni, hayatı ve ölümüydü. Bu noktada, bir insanı kendi talebi dışında yaşatmaya iktidar tarafından verilecek mantıklı bir cevap olmadığı için açlık grevi etkili bir yöntem olarak yerini aldı.
Fakat, açlık grevi her koşulda başarılı olur ön kabulünden de yola çıkamayız. Etkisi, ideolojik ve metodolojik gücünden ve yarattığı kamuoyundan gelir; ama tek başına talepleri elde edemez. Belli bir desteğe ve politik güce ihtiyaç duyar. Bunun eksikliğinde, iktidar verecek mantıklı bir cevabı olmadığı için ya ölümlerine seyirci kalır ya da “zorla besleme” (bundan sonra “zorla müdahale” diyeceğiz) yoluna gider.
Zorla Müdahale ve Direnme Hakkı
Zorla müdahale, iktidarın en somut, en açık ve belki de en iğrenç yüzünün ortaya çıktığı yerdir. İkna ederek bitirtemediği eylemi bitirmek için, ahlâkı hiçe sayarak, yasaları veya tıbbı kullanarak eylemin üstesinden gelmeye çalışır. Zorla müdahaleyi legalleştirmek için de, eylemini, kâh Hipokrat Yemini’ne kâh kıyıda köşede kalmış yasa kırıntılarına dayandırır. Fakat zorla müdahalenin hekimlik etiğine aykırı olduğu konusunda meslek odalarının fikir birliği olduğunu biliyoruz. Bu durum sadece siyasi bir durum değildir ve insanın olduğu her yerde geçerlidir. Tamamen alakasız bir konseptte başka bir durumu örnek gösterebiliriz: Yehova Şahitleri’nin isteği üzerine ABD’de uygulanan pratikte -insanı yaşatmak için bile olsa- şahidin dindar kişiliğine aykırı olduğu için kan enjekte edilmemesi uygun görülmüştür. En nihayetinde, meslek etiğinde, tedavi istemeyen hastaya zorla “tedavi” uygulamak yer almaz.
Ölüm orucu gibi şeklen pasifist direniş yöntemleri tarihte siyaset felsefesinin gündemini epeyce meşgul etmiştir. Demokratik süreçlerde direnme hakkı dediğimiz kavram çok temel bir yer tutar. Fakat bu süreçlerde öncelikle genelde diğer bütün yöntemlerin tüketilip başka bir yöntem kalmayınca bu hakkı kullanmak anlaşılır. Nasıl ki bir mahkumun bedeninden başka bir silahı kalmamışsa bugünkü geldiğimiz noktada dışarıda olan bizler için en ufak bir hak talebimiz bedenimiz üzerinden (işkence, dayak, yerde sürükleme, gözaltı sırasında şiddet, hapis, tecrit…vs) şekillenmeye başlamıştır.
Bu noktada, La Boétie’nin «hiçbir şey yapmadan direnme» doktrini günümüz direniş şekilleriyle, özellikle ölüm orucuyla kısmen örtüsur. Fakat onu kapsamaz; çünkü günümüzde kurucu iktidarın yapısı, yalnızca “negatif haklarla” değil “pozitif haklarla”[viii] da tanımlanır. Bu değişiklik aynı zamanda yaşamaya izin veren iktidardan yaşam veren iktidara geçişi de simgeler. Dolayısıyla pozitif haklar, yaşamın her alanını reforme eden, bu alanlara müdahale eden ve sorumluluklarla yükleyen iktidar için daha kritik ve daha hayati öneme sahiptir. Bunun sonucunda La Boétie’nin doktrini yeni pratikler kazanmak zorundadır; çünkü günümüzde kişi, iktidar tarafından daha fazla kuşatılmış ve politik silahlarının etkisi ve mücadele araçlarının çapı daralmıştır.
Özetleyecek olursak; iktidar, şehirlere, köylere ve evlerimize girdiği gibi artık bedenimizin sınırlarındadır. Bu noktadan sonra direnme hakkı demek, tenimizin sınırlarından başlayan bir hakkı ifade etmektedir. La Boétie’ye göre vergi vermemek, kralın askeri olmamak yeterli eylemlerken günümüzde aynı paralelde gelişen açlık grevi eylemi çok daha büyük bir fedakarlık gerektirecektir.
Sonuç
Açlık grevi, ölüm orucu pratikleri ve cevap olarak zorla müdahalenin kullanıldığı dönemler baskının arttığı ve sistemin işlemediği zamanların göstergesidir. Misal, “Hayata Dönüş Operasyonu”’nda iktidar eski misyonunu hatırlamış ve “yaşatmak” fiilen ikinci plana düşmüştür. Günümüzde Mustafa Koçak ve Grup Yorum üyelerine uygulanan/uygulanmaya çalışılan zorla müdahale yöntemi ise sistemin bir kez daha tıkandığını açıkça göstermektedir. “Yaşatmak” yerine “yaşayan ölüler” hâline getirmek temel amaçken, bunu yaparken mümkün olduğunca bundan zarar görmemek ise devlet mekanizmasının hesaplaması gereken faktörlerdir.
Nihai olarak bakıldığında, açlık grevi bütün iktidar taktiklerine rağmen yine de sisteme karşı ve sistemi zorlayan bir eylem olarak kendini dayatır; çünkü eylemci iktidarın kendini temellendirdiği insan bedenini (kendi bedeni) iktidara karşı kullanır ve bu paradoksal durum iktidarı, kurulduğu temelden hedef aldığı için, sarsar. Buradan bakıldığında, çok sevgili iktidarımızın bize allayıp pullayıp dayattığı “yaşam hakkı”nın, gerçekte insanlığın bir kazanımından çok, yönetmenin ve tahakküm altına almanın yeni metodlarına geçişini kolaylaştıran bir taktikten başka bir şey olmadığı görülebilir.
Grup Yorum ve Mustafa Koçak, bütün demokratik yolların kapandığı bir süreçte bedenleri üzerindeki hakkı istiyorlar. Bunu istemek su anki koşullarda byük bedeller gerektiriyor ne yazık ki. Bu nedenle en azından biyopolitik olarak direniş şekillerinde şaşıracak hiçbir durum yok, onların sesi olmak demek kendi bedenimizi iktidarın tahakkümünden kurtarmaya bir adım yaklaşmak demektir. Ses olalım, onları ve taleplerini savunalım. (NA/AS)
Kaynakça
- Baker, Ulus, F-Tipi, Mernis ve İnternet: Hapishanenin İçi Ve Dışı (İstanbul, Birikim, 2001).
- De La Boétie, Étienne, Le discours de la servitude volontaire (Paris, Editions Payot, 2002).
- Foucault, Michel, Il Faut Défendre la Société : cours au Collège de France (1975-1976) (Paris, Gallimard : Seuil, 1997).
- Foucault, Michel, Surveiller et Punir : naissance de la prison (Paris, Gallimard, 1993)
- L’ONU, La Charte des Nations Unies, http://www.un.org/fr/documents/charter/pdf/charter.pdf, consulté le 4 janvier 2014.
Dipnotlar
[i] Dev bir heykel.
[ii] De La Boétie, Étienne, Le discours de la servitude volontaire (Paris, Editions Payot, 2002), p. 201-203.
[iii] 2013 yılında Gezi döneminde Paris'te tanıştığım sevgili dostum. Srobonne'da Siyaset Felsefesi yüksek lisansını tamamladıktan sonra EPHE'de aynı alanda doktorasına devam etmekteydi. 2015 yılında Yunanistan'da geçirdiği bir trafik kazası nedeniyle aramızdan ayrıldı.
[iv] Selcuk Kozagacli. Bir "abi" gibi butun halki kucakladigi icin samimiyet derecesini artirdim.
[v] Foucault, Michel, Il Faut Défendre la Société : cours au Collège de France (1975-1976) (Paris, Gallimard : Seuil, 1997), p. 214.
[vi] Aktaran : Altug Koç, MİCHEL FOUCAULT’NUN “BİYOPOLİTİKA” KAVRAMININ TEORİK ÇERÇEVESİ
[vii] Lafı uzatmak isteyenler, Selçuk Kozağaçlı’nın açlık greviyle ilgili konuşmasını dinleyebilirler : https://youtu.be/DNpxCJSvYCE
[viii] https://tr.wikipedia.org/wiki/Negatif_ve_pozitif_haklar