İtalya, Avrupa ülkeleri içinde kendimize yakın ve sevimli bulduğumuz ülkelerden birisidir. Üniversite yıllarımda, ülkemizi sürekli İtalya ile karşılaştırdıklarını, aramızda yirmibeş yıllık bir fark olduğunu matematiksel bir kesinlikle ölçtüklerini ve bu farkı birkaç senede kapatacağımızı övünçle açıkladıklarını hatırlarım.
O dönemde yolsuzluklarla ve birbiri ardına gelen koalisyon hükümetleriyle çalkanan bir ülke olduğu için bize en çok benzeyen Avrupa ülkesi gibi duruyordu. Daha sonraki yıllarda iş hayatının gerekleriyle birçok kez gidip geldiğimde gördüğüm İtalya ise bizi çoktan sollamış, gelir düzeyini yükseltmiş ve sanayileşmiş bir ülke haline gelmişti.
Ülkeyi kuzeyden güneye gezdiğinizde, kuzeyin sanayi kentlerinin yoğun yaşamı ve kargaşasını, orta İtalyanın sanat ve kültür havasını, Roma’nın şaşaasını, güneyin fakir ama özgür havasını ve muhteşem doğasını yaşarsınız. Ressamları, heykeltraşları, ozanları, müzisyenleri ve tasarımcılarının yaratıcılığı sizi büyüler.
Bu durumun tarihsel koşullarının nasıl oluştuğu ve geliştiği konusunda halkımızın ve kamuoyunun fazlaca bir fikri olduğunu sanmıyorum. Modern İtalya’nın tarihsel oluşumu, aydınlarımız açısından da çokça merak edilen ve bilinen bir konu değildir.
Batı Roma İmparatorluğunun çöküşü, Kent devletlerinin gelişmesi, Rönesans hareketinin doğuşu ve gelişimi, diğer Avrupa ülkelerine göre daha geç bir tarihte İtalyan birliğinin (Risorgimento) 1870’lerde gerçekleştirilmesi sürecinde İtalyan kapitalizmi Kuzey İtalya’da hızlı bir gelişim gösterdi.
Antonio Gramsci, bu dinamik süreçte, 1891 yılında fakir ve kırsal güneyde, Sardinya Adası, Cagliari kentinin Ales beldesinde dünyaya gelir. Babası Arnavut kökenli bir küçük memur, annesi Sardinyalı orta sınıf kır kökenli okumayı seven bir kadındır. Gramsci, sağlık sorunları olan çelimsiz bir küçük çocuktur. Okumaya aşırı düşkünlüğü, matematik ve pozitif bilimlere yeteneği vardır.
Bu küçük çocuğu dünyaca tanınan bir düşünür ve eylem insanına dönüştüren süreçler ve onun dramatik yaşamı ve üretimleri, ince ayrıntıları ve insancıl özü ile birlikte “Gramsci’yi Okumak” da yer alıyor.
“Gramsciyi Okumak”, Gramsci ile ilgili olarak ülkemizde yazılmış yazı, makale ve kitaplar arasında önemli yer alacak bir kitap. Bunun nedenleri; öncelikle ülkemiz aydın kamuoyunun Gramsci’yi ve onun Marksist kurama katkılarını yeterince değerlendirmemesi, bu alanda fikir üretmemesi. Tüm dünyanın Gramsci’nin yapıtlarıyla (Hapishane Defterleri, Hapishaneden Mektuplar) ve bunların eksiksiz baskılarıyla ancak son kırk yıldır tanışmış olmasının da bu gecikmede önemli payı var.
“Gramsci’yi Okumak”, alışageldiğiniz yapıda bir kitap değil. Baştan sona düz bir anlatımla bir süreci kesintisiz anlatmıyor. Değer yargıları taşımıyor ve yorum yapmıyor. Tersine, Gramsci’yi kendi yaşam biçimi ve dünya görüşüne uygun, insancıl özünü hiç eksiltmeden, derinlikli fotoğraflar halinde sunuyor.
Kitabın adındaki “okumak” sözcüğünün anlam ve önemi kitabın içindeki “Ömür sonrası” ya da “Ölüm sonrası” okuma üzerine yazılanlarda ortaya çıkıyor. Yalnızca Gramsci için değil tüm felsefi metinlerin okunması ile ilgili değerli bir metodoloji ayrıntılarıyla örnekleniyor kitapta.
Gramsci’nin Marksist kurama getirdiği yeni tartışma alanları ve özgün görüşleri, Praksis felsefesi, aydınların durumu ve aydının tanımı, hegemonya kavramı ve tarihsel blok, kuzey-güney, kır-kent gibi konularda genişçe açıklanmaktadır. Tüm çevirilerin özgün dilinden ve özgün kaynaklardan özenle yapılmış olması kitabın güvenilirliğini ve değerini artırmaktadır.
“Halktan bir kişi ‘hisseder’ ancak her zaman bilmez ya da anlamaz; aydın kişi ise ‘bilir’ ancak her zaman anlamaz ve özellikle her zaman ‘hissetmez’.
Bu iki uç durum, bir yandan cehalet ve bilgiçlik, diğer yandan kör tutku ve sekterlik demektir.
Bu, bilgiç olanın tutku sahibi olamayacağı anlamında değildir, bundan farklı bir şeydir. Tutkulu bilgiçlik…en ilkel sekterlik ve demagoji kadar gülünç ve tehlikelidir.
Aydının hatası, bir kişinin anlamadan…ve özellikle hissetmeden ve tutku taşımadan bilebileceğini sanmasında yatar (bu yalnızca bilginin kendisi için değil, bilginin nesnesi için de geçerlidir) bir başka deyişle, aydının ulus-halk’tan (popolo-nazione) ayrı durarak, halkın temel tutkularını hissetmeden, onları anlamadan ve bu nedenle de özel bir tarihsel durum içinde açığa kavuşturup doğrulamadan…saf bir bilgiç olma dışında, aydın olabileceğini düşünmesinde yatar.
Böyle bir tutku olmaksızın, aydınlarla ulus-halk arasında bu duygu bağı olmadan politika-tarih yapılamaz.
Bu tür bir bağlantı bulunmadığında, aydın ile ulus-halk arasındaki ilişkiler salt bürokratik ve resmi ilişkilere dönüşür ya da buna indirgenir (bu durumda da) aydınlar bir kasta veya bir ruhban sınıfına dönüşür” (Hapishane Mektupları /Quaderni del Carcere s. 1505)
“İtalya’da ‘ulusal’ sözcüğünün, ideolojik olarak, çok sınırlı bir çağrışımı vardır ve bu sözcük hiçbir biçimde halka ilişkin olanla (popular) çakışmaz.
Çünkü İtalya’da aydınlar halktan…ulustan kopukturlar….”
Bu satırlarda yer alan tanımlama ve değerlendirmelerin ülkemiz ve çoğu az gelişmiş ülke için ne denli geçerli olduğu üzerine düşünmekte yarar yok mu?
Kitabın beşinci bölümünde yer alan ikili kronoloji, Gramsci’nin öz yaşam öyküsünü önemli dünya olayları ile paralel anlatıyor. Kaynakça, bu konuda inceleme yapmak isteyenlere özgün çalışmaların dünyasını tanıtıyor.
Selahattin Yıldırım, “Sunuş ve neden Gramsci” bölümünde, “….Doğaya, çevreye, mekâna ve tüm varlıklara saygılı ve duyarlı; bireysel özgürlüğe, insancıllığa, insan onuruna, ahlâkiliğe, dürüstlüğe, gerçek ve doğruya mutlak bağlılık gösteren, 'iktidar ve egemenlik ilişkilerine yer vermeyen' bir toplumsal ilişkiler bütününün üretimini hedefleyen; yeni bir hayat, daha insani bir başka dünya düzeninin kavramlaştırılabilmesi ve yaratılabilmesi yolunda, bugünkü 'kara günlerimize' 'zifiri karanlık faşist zindanlardan' hala yaymakta olduğu ışıkların önemi yadsınamaz” diyor.
Ben de, okumak ve üzerine biraz daha kafa yormakta yarar var diyorum. (AE/BK)
* “Gramsci’yi Okumak”, Selahattin Yıldırım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018.