"Yaşam bizi nereye götürürse götürsün, onu anlamak, anlamaya çalışmak, ondan bir ders çıkarmayı denemek, sonra da onu anlamlı hale getirmek, dönüştürmek gerekiyor."
Sevgili Cerenim
Baban şu anda seninle birlikte. Keşke sen de onunla birlikte olabilseydin. Bunun gerçekte ve fiziksel olarak olamayacağını biliyorum. Çok değil, 10 km. uzakta, yerini çok iyi bildiğim, dört duvar arasında bir yerdesin.
Yerini biliyorum ama, her istediğimde sana ulaşamıyorum. Ulaşamayacağımı da biliyorum.
Aslında hep bir arada olmayı diliyorum.
Yine de şu anda ben seninle birlikteyim, bunu yapmak mümkün aslında; ben birbirlerini seven ve farklı duygusal yoğunlukları birlikte yaşayan insanların, henüz bilimin keşfedemediği bir yolla birbirleriyle iletişim kurabildiklerini düşünüyorum.
Bunun bir yolu daha var aslında. O da önceden haber vererek aynı şeyi planlayarak yapmaları.
Önceden belirlenmiş bir zaman diliminde birbirini düşünmek, ya da birbirinden uzak ama aynı şeyleri yapmak; örneğin bir radyo, tv. programını başka yerlerde de olsalar aynı anda izlemek bence insanların da bir arada olmayı sağlama yolları arasında sayılabilir.
Örneğin TRT3'de ve Açık Radyo'da bu anlamda benim dinlemekten hoşlandığım ve senin de dinlesen hoşlanabileceğin programlar olduğunu düşünüyorum. Onları birbirinden uzak ama aynı anda dinleyebiliriz...
"Klasik Gitar"dan öğrendiklerim
Bunlardan birisi de bence TRT 3'de her pazartesi saat 20.00-21.00 arasında yayınlanan "Klasik Gitar" adlı program. O programı Şebnem Savaşçı ve Ahmet Kanneci birlikte sunuyorlar.
Geçtiğimiz pazartesi günkü programı dinlerken hep seni düşündüm. Senin de o sırada aynı programı dinlediğini düşledim.
Özel bir programdı bu haftaki progma. Bir tür "anma programı" da denilebilir. Son hafta içinde yaşamını yitiren üç önemli insanı andılar: Bunlardan ilki Ahmet Kanneci'nin babası, ikincisi TRT çok sesli korosunda uzun yıllar çalışan, kızı da bir gitarist olan eski bir müzisyen olan Ömür Tekin, üçüncüsü de senin de çok sevdiğini bildiğim Mercedes Sosa.
Programı bu anonsla açtılar. Sonra da arada söyleşerek çok güzel ve anlamlı parçalar çaldılar.
İlk parça bir Arjantinli bir bestecinin gitar için yazdığı güzel bir parçaydı.
İkincisi senin de hem dinlemeyi, hem de çalmayı çok sevdiğin Rodrigo'nun Gitar Konçertosu'nun ikinci bölümüydü.
Dinlerken bir kez daha çok etkilendim, çünkü Kanneci daha önce bilmediğim bir bilgiyi paylaştı. Rodrigo bu parçayı yedi yaşındayken yitirdiği oğlu için yazmış.
Üçüncü olarak da bir halk türküsünün gitar için yapılmış düzenlemesiydi: "Ham meyveyi kopardılar dalından"ı çaldılar. Bununla ilgili de hoş bir anekdot anlattı Kanneci.
Yitirdiği babasının müzikle pek ilgisinin olmadığını söyledikten sonra onun çok küçüklüğünden beri - "belki de ilk duyduğum" dedi-dinlediği bir türkü olduğu, babasının sıkça mırıldandığı ve zaman zaman da söylediğini anlattı.
Kanneci'nin dedesi Yemen'de askerlik yapmış; o da oradayken ve sonra döndüğünde sık sık aynı türküyü söylermiş. Sonra Kanneci bu türkünün de düzenlemesini yapmış ve bir çok dinletisinde çalmış ve albümünde yer vermiş.
Çalınan düzenleme de çok güzeldi ve etkileyiciydi. Dinlerken, keşke bunların notaları Ceren'de olsa ve oradayken bu şekilde çalabilse diye aklımdan geçirdim.
Giden gelmiyor, bu ne iştir...
Sonraki parça yine senin de sevdiğin ve söylediğin, sen küçükken seni uyuturken sıkça söylediğim bir başka türkünün gitar düzenlemesiydi: "Yemen Türküsü"
"Havada bulut yok bu ne dumandır / mahlede ölen yok bu ne figândır / Şu Yemen elleri ne de yamandır / Anov yemendir, gülü çemendir / giden gelmiyor, acep nedendir"
Türkü düzenlemeleri ardarda geldi. Sonraki de sıkça söylediğim ve içindeki müziği de, söylediklerini de çok beğendiğim bir İç Anadolu türküsüydü:
"Zülüf dökülmüş yüze / Kaşlar yakışmış göze". Tıpkı senin olduğu gibi.
Sonra sözü Mercedes Sosa'ya getirdiler. Onun için çaldılar. Çaldıkları parça da programda ilk çalınan parçanın bestecisinin "elvedanın şarkısı" (melodia del adios)'ydı. İspanyolca'nın ve gitarın tınısının güzelliğini seni düşünerek, gitarı senin çaldığını düşleyerek dinledim.
Sonra Sosa bir şarkı söyledi. Şarkıda "Maria" sözü sıkça geçiyordu. Adını tam anlayamadım ama "Maria'nın Şarkısı" niyetine dinledim. Maria biliyorsun "Meryem"in batıdaki söyleniş şekli. Sanki kutsal bir şeyler söylüyor gibiydi.
Bilirsin Sosa'nın sesi buğulu ve biraz da hüzünlüdür hep. Bunu dinlerken de yaşamın insanları getirdiği ya da götürdüğü yerleri, noktaları düşündüm. Bildiğim tüm "uç" örnekleri aklıma getirmeye çalıştım. Hepsinde vardığım sonuç şuydu:
"Yaşam bizi nereye götürürse götürsün, onu anlamak, anlamaya çalışmak, ondan bir ders çıkarmayı denemek, sonra da onu anlamlı hale getirmek, dönüştürmek gerekiyor."
Bunu önce kendi içinde ve kendisi için yapmalı insan. Sonra başkalarının da yararlanacağı, etkileneceği, doğru ve güzel hale getirmeli. Eğer olabiliyorsa çok daha genele, tüm insanlığa bir katkı sunacak hale getirmek mümkün olursa da bunu yapmalı insan. En azından bir bilgi bir deneyim üretecek şekilde ve asla yaşamı "tekrar"a düşürmeden yaşamak gerekli.
Bunları sözlerini anlamadığım o şarkıyı dinlerken ve aklımda sen varken düşündüm.
".... mi el mar"
Sosa'da daha sonra Ramirez diye bir tango besteci ya da şarkıcısından, sözlerinin sonunda "... mia el mar" olan bir tango söyledi. Buradaki "mar" sözcüğü de senin "denize duyduğun özlemi" aklıma getirdi.
Zaten hep aklımdaydın. Ama çalınan her şarkıda da, sanki bizi ve yaşadıklarımızı biliyormuş gibi bize dair bir şeyler buldum. Belki de müzik zaten böyle bir şeydir, sen ne dersin?
Programın son parçası yine pek çok insan gibi benim de (senin için de öyle düşünüyorum) sevdiğim, Aslında Violetta Parra'nın bestelediği bir Sosa şarkısıydı.
"Gracias a la vida". Yani "teşekkürler yaşam".
Bu şarkının sözlerini üç dilde, İspanyolca, İngilizce ve Türkçe olarak internetten bulup mektubuma ekleyeceğim. Hatta notasını da bulursam onu da ekleyeceğim. Sen de orada çalabilesin diye.
Bence bu şarkıyı hiç unutmayalım ve hep söyleyelim, hem de birlikte.
Şarkının anonsunu yaparken Kanneci yine bir anısını paylaştı programda. Aklımda kaldığı kadarıyla yazayım.
Ahmet Kanneci ilk kez 1990'da Madrid'de karşılaşmış Mercedes Sosa'yla. Arkadaş ve dost olmuşlar. Sonra her Madrid'e gittiğinde Sosa'nın evine uğramayı, onunla görüşüp konuşmayı alışkanlık haline getirmiş.
Belki biliyorsun, Sosa şarkı söylediği ve düşündüklerini ifade ettiği için ülkesinden kovulan ve yaşamının büyük bölümünü başka ülkelerde yaşayan bir insandı. Uzun süre de İspanya'da yaşamış.
Bu ziyaretlerinden birisi Sosa'nın önemli bir ödülü aldığı sırada gerçekleşmiş. Ödül töreninden söz etmiş ve orada söylediklerini anlatmış, Sosa Kanneci'ye:
"Ödüller bana yalnız şarkı söylediğim için verilmiyor, aynı zamanda düşündüğüm için de veriliyor" demiş. Bu sözler çok hoşuma gitti.
O zamana kadar bilincime çıkmamış bir anlamdı, bu sözün ifade ettikleri.
İnsan bir çok şeyi iyi yapabilir; çok mükemmel şarkı söyleyebilir, dans edebilir, resim yapabilir, roman yazabilir, bir spor dalında çok büyük başarılar elde edebilir, bir ülkeyi, bir işi, bir kurumu yönetebilir. İnsanlar bu nedenlerle ödüllendirilebilirler. Ama o ödüller aslında tüm bunları yapanların, aynı zamanda düşünmeleri, doğru düşünmeyi bilmeleri halinde anlamlı olacaktır. Bence tüm ödülleri insan "düşünen bir canlı" olması, düşündüğünü ifade edebilmesi ve hatta yapabilmesi nedeniyle alıyor. Bunu da unutmamak ve ödüllere ve ödüllendirmeye buradan bakmalıyız sanırım.
İnsanın değeri
Sevgili Ahmet Kanneci'nin anlattığı bir başka anısı daha vardı, Sosa'yla ilgili olarak, programda anlattığı. Bu anı da "insanın insana verdiği değerle" ilgiliydi ve bana çok anlamlı geldi. Onu da seninle paylaşmak istiyorum.
Ahmet Kanneci yine Madrid'e gittiği bir gezisinde, yoğunluğu nedeniyle Sosa'ya uğramayı programına koymamış. Ama Sosa onun Madrid'de olduğunu öğrenmiş ve bir haber yollayarak davet etmiş. Tam davet günü yeniden bir haber yollamış ve o gün değil de ertesi günü gelmelerini istemiş. Öyle yapmışlar. Güzel bir buluşma olmuş yine. O gün Türkiye'de yaptığımız gibi "demlik"te demlenmiş çay ikram etmiş Sosa onlara.
Meğerse bir önceki günü Madrid'de demlik aramakla geçirmiş ve o nedenle daveti ertelemiş.
Değer verdiği bir insan için, "özel ve seveceği, onun hoşuna gideceği bir şeyi yapmak", bence insanın kendi değerini de yükselten, yücelten bir şey. Ne iyi ki en azından zaman zaman bunu yapabildiğimiz bir yaşam sürdürebiliyoruz.
Büyük insan olmak, hem çok kolay, hem de çok zor. Ama olmazsa olmaz bir şey var:
"Güzel, iyi çalışan, düşünen bir beyne sahip olmak ve onun gereklerini yerine getirmek. Hangi yolla olursa olsun."
İnsanın iki ayağı üzerine kalktığı ilk günden bu yana 650 bin yıl geçmiş (şimdilerde bunun daha uzun bir zaman dilimi olduğunu, belki de bir milyon yıl geçmiş olabileceğini söylüyorlar).
Bu geçen onca zamana karşın, üstelik de beynimizin sahip olduğu potansiyeli göz önüne aldığımızda, şimdi olduğumuz noktada olmak, şimdi yaşadıklarımızı yaşamak zorunda kalmak, hem çok acı, hem de çok acıtıcı.
Ama acılar da bir şeyleri öğretiyor bize. En başta da acılarla baş edebilmeyi.
Farklı olanlardan, Mercedes Sosa ve benzerlerinden öğreneceğimiz çok şey var.
O nedenle yaşama her zaman şükranla bakabilmek, "Gracias a la vida" diyebilmek çok önemli.
Ben de öyle diyorum:
"Gracias a la vida"
Sonra hiç unutmamamız gereken o üç sözcüklü cümleyi ekliyorum:
"Bu da geçer!"
Seni seviyorum, gözlerinden öpüyorum.
Sevim'e, Melek'e, Aylin'e selamlarımı yolluyorum.
Program biterken sevgili Şebnem Savaşçı "dostluk, sevinci de, hüznü de paylaşabilmektir" demişti, onun için her mesaj ve mektubumun sonunda söylediğimi de buraya eklemem gerektiğini düşünüyorum.
"Dostlukla"
Baban
5.10.2009 (MS/EÖ)
(*) Sayın Ahmet Kanneci'ye gösterdiği ilgi ve şarkıyla ilgili Ceren için yaptığı düzenleme için çok teşekkür ediyorum.