ekranda ben de izledim; çevre ve şehircilik bakanı erdoğan bayraktar’ın verdiği parayı “sadaka istemiyorum” diye isyan ve iade eden kanser hastası genç kadını.
ekranda gördüğümüzü olayı bir yana koyuyorum; bir insan, bir baba, bir hekim olarak ekranlarda gördüğüm o “gözyaşları”nı düşünüyorum kaç gündür.
bakan bayraktar’ın biyografisi okudum tbmm sayfasından; “beş” çocuğu varmış. içlerinde dilek özçelik’le akran olan ve herhangi bir hastalığı kronik hastalığı bulunan var mıdır bilmiyorum. eğer varsa onlar babalarının gözlerinin önünde sevgili dilek özçelik gibi ağlamışlar mıdır; sayın bakan onların gözyaşlarını gördüğünde de yine cebinden çıkarıp para mı vermektedir bunu düşünüyorum.
tıpkı roboski’de olduğu gibi. tıpkı suçun cezasını “para”yala özdeşleştirdikleri gibi, tıpkı “her şeyi babalar gibi satarız” dedikleri, tüm değerleri “para”ya tahvil ettikleri geliyor aklıma. çıkardığım sonuç şu: “sorun=sıkıntı=gözyaşı=para” algısı ortak bir tutum, bu hükümet ve partinin insanlarında demek ki.
bunun sadece “kapitalist aklın ve bundan kaynaklanan tutum”un sonucu olduğunu düşünmüyorum. geride, çok daha arkalarda başka bir nedeni olmalı bunun. aç olmadıkları halde bir türlü doyamayan insanları bilirim. hepsinde derinlerde bir başka neden vardır. uzmanlar bunu sorgulamalı, onların bilinç altındaki bu “para tapınç”ının nedenlerini ve çarelerini bulmalı.
çünkü bu yapılmadığında, hem kendilerinin, hem de iktidarlarına bir seçenek olmadığı için bu toplumun başına ciddi sorunlar açılacak bu yüzden. “koruyucu-önleyici” bir yaklaşımla bu sorunun “para” dışındaki çözümleri bulunmalı.
medyanın yaklaşımı
olayın “kişisel bir sorun” olmaktan çıkıp, “kamusallaşmasına” katkıda bulunması bir yana, medyanın olayın yalnızca “talep, sadaka ve iadesi” bölümünü gündeme getirmiş olması da bir başka ve önemli bir sorun. kanser hastalarının tanı, tedavi, izlenme ve bakım süreçleriyle ilgili durumun ne olduğu, dilek özçelik’in ilacına ve tedavisine erişememesinin nedenlerinin ne olduğu ne medya tarafından, ne de bu alanda uzman kişilerle, sorunların bizzat nedenini oluşturan ve onları çözecek olan kişilerin ne dediklerine dair hiçbir şey okumadık, görmedik ne yazık ki medyada!..
oysa böyle olmamalı, bunu bir toplumsal görevi yerine getirmenin bir fırsatı olarak görüp, tüm kanser hastalarının yaşadıkları sıkıntıları, bu olaydan kaynaklanarak kısmen de olsa sorunu çözmek üzere olayın sıcaklığından ve çarpıcılığından yararlanmalılardı. üstelik bu iyi bir “rating” sağlamanın ötesinde, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir toplumsal sorumluluğu yerine getirme olanağı da yaratmış olurdu. ama hükümete yönelik “olumsuz bir şey söylememe, eleştirmeme” kaygısı o kadar ağır basıyor ve oto sansür uygulanıyor ki bu tür fırsatlar bile “heba” ediliyor.
işin acı tarafı bunun böyle olduğu da söylenmiyor yetkili ve bilen ağızlarca bile! çünkü hemen her kesim de, özellikle de doğru “muhalefet” yapanlarda, “barış”la ilgili süreci baltalamamak adına bu tür olaylara dair “eleştiri cümleleri” kurulmuyor, kurulamıyor, olanlara da söylenenlere de göz yumuluyor. ama en temel hakların gereğinin yapılmadığı bir toplumsal düzende, barışın gerçek bir barış olup olmayacağı, barış gelse bile bunun “insan haklarının gereklerinin yerine geldiği”, “özgürlükçü”, “adaletli” bir toplum olmayı sağlamayacağı çok açık.
olay nedir?
eğer değişmediyse sgk’nın 27/06/2012 tarihli sağlık uygulama tebliği “kanser tedavisi (radyoterapi, kemoterapi, radyo izotop tedavileri),”nden hiçbir şekilde ilave ücret alınamayacağını söylüyor.
sağlık bakanlığı’nın da bu tedaviler için gerekli her türlü malzemenin ülke içinde bulundurulmasını ve onlara ulaşılabilmesini sağlamak ödevi. ama pek çok kanserli hasta ve yakınının da ifade ettiği, son olarak da dilek özçelik’in bakana yakındığı gibi özellikle yurt dışından sağlanan ilaçlara erişilemiyor bu ülkede. bunun nedenlerinin başında “piyasa koşulları”nın geldiği ifade ediliyor.
demek ki “sağlık bakanlığı” ya da “onun içinde birileri” sorumluluklarının gereğini yerine getir(e)miyor. eğer böyleyse onların bulunması ve yaptırım uygulanması, hastaların tedavilerine ulaşma, erişme haklarının sağlanması gereklidir.
sonrasında olanlar, kişisel olarak dilek özçelik’in sorunun kısmen çözümlenmesi, kontrol olanağımız yok ama başka benzer hastaların bu tür sorunlarının çözümleneceği yolundaki bakanlığın açıklamaları, hatta bakanın “bu tür ilaçları kendimiz üreteceğiz” demesi bile bu sorunun çözümleneceği umudunu vermiyor.
çünkü bir kere yeğlenen model buna elvermiyor. “piyasa kuralları” hiçbir zaman bu tür müdahalelere olanak tanımaz. mai, gatt, gats gibi uluslar arası anlaşmalar bunlara engel olur. o nedenle sağlık bakanı’nın böyle açıklamalarını da sorgulamak “bağımsız bir basın”ın görevidir.
sağlık haktır, hizmetten yararlanmak da!
aynı tür tedavi uygulandığını bildiğimiz “başbakan” için geçerli olan her şeyin bu ülkedeki herkes için geçerli olması gerekir. çünkü sağlık hakkı herkes için geçerlidir. ona hem de başarılı bir şekilde uygulanan bu tedavi ve bakım olanaklarına, bu ülkede yaşayan herkesin erişmesi de o yüzden bir “hak”tır.
bunu da yalnız hastalar ve onlara tedavilerini uygulayanlar değil, herkes bilmeli, anlamalı, kabul ve talep etmelidir. medya da “herkes”in içine dahildir, o da bu “doğru ve gerçeği” bilerek davranmalıdır.
chp istanbul milletvekili sayın sezgin tanrıkulu’n sağlık bakanı’na konuyla ilgili olarak yanıtlanmak üzere sorduğu “evrensel normlara göre sağlık bir haktır, para ile satılamaz ve sadaka olarak verilemez. sağlık projelerinde çağ atladığınızı iddia ederken ‘kanserli bir hastaya’ sadaka verir gibi bir bakanın para uzatması sağlık projelerinde yaşanan çöküşün bir göstergesi değil midir?” sorusunun yanıtını bilsem de herkes gibi ben de sayın bakanın ne diyeceğini merak ediyorum.
o yanıt bakanın eğer ciddiyse “bu ilaçları biz üreteceğiz” sözüyle söylenmiş durumda. ama bu sözün gereğini yerine getirmek, sözü söylemek kadar kolay değil.
çünkü bu sorunun benim de bildiğim yanıtını, muhtemelen bakan da, bunu uygulayanlar dahil herkes biliyor, ama bir türlü söylenemiyor: yeni bakan bunu doğrudan değil, dolaylı olarak söyledi. eğer dolaylı değil de doğrudan söyleyebilse, gerçekten “sağlık hakkı”ndan yana olan bir bakan olduğunu ortaya koymuş olacaktı. şimdi yapacaklarını izleyip ona göre bu gerçeği uygulamada itiraf edip etmediğini izleyeceğiz.
yineleyelim o gerçeği; “sağlıkta dönüşüm programı bu ülkenin ne sağlıklılığını sağlamakta, ne de hastaların tanı ve tedavi hizmetlerine erişim ve yararlanma hakkının gereğini yerine getirmektedir.”
sağlığın yalnızca herhangi bir nedenle onu yitirmiş olanlar için bir “hak” olmadığı, herkesin sağlıklı iken de bu hakkın sahibi ve o hakkın muhatabı olduğu gerçeği artık başta yöneticiler olmak üzere herkesçe görülmelidir.
sağlık bakanlığı da daha fazla gecikmeden ve yanlışta ısrar etmeden, bu gerçeğin farkında olarak, tüm boyut ve gereklilikleri ile yeni bir sağlık hizmet organizasyonunun kurulması ve işletilmesinden sorumlu olduğu bilincine ulaşmalıdır.
aynı bilince halk, hizmeti sunanlar ve bu modele karar verip onun işlemesinden sorumlu olan politikacılar da sahip olmalıdır.
dilek özçelik, kendisi ve benzerleri bu hakların gereği olan hizmetlere ulaşamadıklarında yaşanacak olumsuz “son”u bilerek, o “son”a tanık olanların onlar için dökecekleri gözyaşlarını önceden döküp, konuyu toplumun gündemine getirerek görevini yapmıştır.
eğer bu gözyaşlarını hep birlikte bir çok insan için, her gün dökmek istemiyorsak, onu doğru anlamalı, cebine konulacak “üç-beş kuruş” bunu dindirmenin mümkün olmadığını görüp, herkesin üzerine düşeni yapması, bu sistemin işlemediğini göstermesi ve sağlık hakkı ve hasta haklarının “tüm boyutları ile ve gerçekten” varolması için üzerine düşenleri yapması gereklidir. (ms/hk)
Fotoğraf: Salih Baran - Edirne / AA