Neler mi unutulmayıp kayıtlara geçsin?
Avrupa Parlamentosunun görüşmeleri askıya alma kararını “yok hükmünde” sayan; Suriye hükümet güçlerinin vurduğu askeri birliğimizin oraya “DAEŞ’le mücadele için gittiğini ve el Bab’dan sonra Mimbiç’e de gireceğimizi” ilan eden; ABD dolarının hızlı değer kazanma ve TL’nin değer kaybı sürecinin “Trump başkan seçildiği için yaşanan değişim rüzgarları” olduğunu ve “Türkiye’yle bağlantısının bulunmadığını” açıklayan; seçilmiş HDP’li milletvekillerinin tutuklanıp hapse atılmalarının, haklarında soruşturma başlatılıp tutuklanan belediye başkanlarının yerine kayyım atamalarının, “söylendiği gibi seçilmişlerden ancak sandıkta hesap sorulur” ilkesiyle bağlantısı olmadığını, çünkü onların suç işlediğini duyuran, başkanlık yerine Bahçeli ve MHP’nin koltuk değneğiyle partili cumhurbaşkanlığına razı olan, Beşiktaş stadının çıkışında patlayan otomobilli – canlı bombalarla katledilen onlarca gencimiz için Soylu bir Bakan, devlet olarak söz verip “dökülen kanlar yerde kalmayacak, yarından tezi yok bunların intikamı alınacak” derken bir başka Bakan “Hepimiz şehit namzetiyiz. Allah nasip ederse ben de şehit olurum inşallah sizler de şehit olun” diye yol gösteren etkili, yetkili ve de bilgili devletlülerimiz. Sonra da bir bakıyoruz bu kelâmlar ne üzre edilmiş diye, karşımıza 2004’teki Avrupa Birliği(AB) çıpası yerine Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) çıpası geçirilip hızla bir yerlere yönlendirilmeye çalışılan bir ülke çıkıyor. Hem de yalın ayak, dizlere kuvvet koşmaya çalışan bir ülke; Türkiye.
Bitmek üzere olan 2016 yılının son ayı içinde, Aralığın ilk yarısında gazetelere, televizyonlara yansıyan haberlerin yalnızca küçük bir kısmı yer alıyor yukarıdaki paragrafta. İlginç bir rastlantı olsa gerek, Aslı Erdoğan Sabah Ziyaretçisi* adlı öyküsünde Kuzey Avrupa’nın bir kentinden “kıpırtısız liman kentinde korkacak hiçbir şey yoktu ki... Ölüm bile yoktu sanki. O da, tramvaylar gibi, tam vaktinde gelirdi, ne önce, ne sonra...” diye bahsederken, elbette demokrasi tramvayını değil Türkiye’de yaşadığı belirsizliğin hızını düşünerek kalem almış olabilir o cümleleri. Ama yaşamın cilvesine bakın ki, demokrasi tramvayıyla yaşamın hızı aynı cümleye girince ortaya nasıl bir kaos çıkıyor ve o kaos Aslı Erdoğan’ı da çekiyor içine. Kim bunun dışında kalabilir ki?
12 Eylül 1980’de başlatılan, 12 Eylül 2010’da pekiştirilen, 1 Kasım 2015’te “oh be, bu iş oluyor” denilen, 15 Temmuz 2016’da “Allah’ın lütfu” ile taçlandırılan ve de 19 Mayıs 2019’a kadar ilk aşamasının tamamlanması öngörülen süreç “göründüğü gibi giderse eğer” bitti bitiyor noktasına geldi, geliyor!
İşte bu süreçte ben; gözler görsün, kayda geçsin diye ana çizgileriyle kitle iletişim araçlarına (gazete/radyo/tv/vb.) yoğun biçimde yansıyan (ki onların bir kısmına üstte değindiğim) konular dışında kalan ve fakat kitlelerin şekillendirilmesinde araç olarak kullanılan araştırma ve araştırma bulgularından söz ederek -naif bir biçimde- “bir şey bozulunca çok şey bozulur” veya “ bir şeyi düzeltmek, başka şeyleri de düzeltmenin başlangıcıdır” ya da “olanları anlamak, olacakları görmenin ışığıdır” deme çabasıyla, anladıklarımı paylaşmaya çalışıyorum.
Bugünlerde yine kamuoyu araştırmacıları, özellikle TV ekranlarında boy gösterip, -gazeteciden çok gazeteci, akademisyenlerden daha akademisyen ve de her konunun uzmanı olarak- ahkâm kesip, sonuç ilan etmeye başladılar. Kim bu araştırmacılar derseniz, AKP’nin mütemmim cüzü araştırma şirketleri yöneticilerinden söz etmiyorum. Onları zaten biliyoruz ve de onları dinlerken, “yine neler tezgâhlıyorlar” kuşkusunu elden bırakmamaya özen gösteriyoruz. Ama bir de geçmişte AKP’den bağımsızmış izlenimi veren, giderek iliştirilmiş araştırmacılıklarını geçmişle kamufle etmeye çalışan günün araştırmacıları var. Bugünlerde onlar, diğer araştırmacılara(!) göre daha çok konuşup, sık sık bulgu(!) açıklıyorlar.
Neler mi diyorlar? Çok şeyler...
OHAL’den; toplum, kitleler olumsuz etkilenmemiş... Belediyelere kayyım atanması, belediyelere kayyım atanan bölgelerde tepkiye neden olmamış… Halk sokağa dökülüp Belediyelerine kayyım atanmasına karşı çıkmamış... Demek bu uygulamalar seçmen tarafından “satın alınmış”!.. Halk karşı çıkmamış belediyelere kayyım atanmasına, tam tersine destek olmuşlar!..
“Başkanlık” sistemi 15 Temmuz öncesine göre her gün biraz daha çok benimseniyor ve başkanlıktan yana olanlar, başkanlığa karşı olanların oransal olarak önüne bile geçiyormuş... Başkanlık sistemi kitleler tarafından her gün daha çok “satın alınan” bir yönetim sistemi haline gelirken, desteği sürekli artıyormuş. Bunda da muhalefetin beceriksizliklerinin, yanlış politikalarının çok etkisi varmış!..
Halkların Demokratik Partisi (HDP) PKK’nın terör, şiddet eylemlerine karşı çıkıp, tepki verip kitlelerin “satın alacağı” demokratik tavırlar takınmamış. İşte bunun için HDP oy kaybederken, milletvekillerinin hapse atılmasına karşı çıkan da olmuyormuş. HDP’nin oy kaybı hızlandıkça da, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) güçleniyor, oylarını arttırarak kendi iç başkanlık meselesini aşma noktasına geliyormuş…
Algı, seçimlerde çok önemliymiş! Yapıcı, destekleyici muhalefet yapanlar güçlenirken negatif muhalefet yapan muhalefet partileri ise çok şey kaybediyorlarmış. Yenikapı ruhu, oraya katılan her üç partiyi de güçlendirirken, o ruhun bozulması iktidara yarar, Cumhuriyet Halk Partisine (CHP) ise zarar verir hale gelmiş. Onun için başarılı olmak isteyen muhalefet, algısını güçlendirmek açısından negatif değil, pozitif muhalefetten yana olmalıymış!
Türkiye’de son dönemlerde terör, Gezi eylemleri sonrasında artmış. Oysa bu eylemler ilk üç günde naif, barışçı eylemler gibi görünüyormuş. Toplumun öncelikli beklentisi güvenlikli, istikrarlı ve kaostan uzak bir yaşam olduğu için, şu anda ekonomi bile gündeme giremeyen konular arasındaymış!..
Mişli, mışlı bulguları uzatmak, bu acar araştırmacıların gür seslerine kulak vermeye devam etmek mümkün. Ama ben bu noktada konuyu değiştirip, araştırma açlığımla, çalışkan ve hızlı araştırmacılara birkaç soru yöneltmek istiyorum. Büyük olasılıkla benim soracağım sorular çok önemli konuları kapsamayacak ama yine de anket hazırlarken A4 kağıdında boş yer kalacak olursa, bu konuları deşecek kimi sorulara yer verebilirler. Akıllarının bir köşesinde kalmış olsun.
Neler mi sormak isterdim? Pek çok şey… Özellikle de;
- Televizyonlarda günde üç vakit Erdoğan, iki vakit Yıldırım, bir vakit de bir bakan canlı yer alırken, Bahçeli’nin söyledikleri, Kılıçdaroğlu’nun konuşmaları içinden seçilmiş birkaç cümlenin yer alması, toplumda nasıl bir algıya yol açıyor olabilir? Ya da HDP’lilerin konuşmalarına bir kelimeyle bile yer verilip aktarılmaması?
- Seçim koşullarının eşit olup/olmaması acaba sandık başına gidecek kayıtlı seçmenlerin seçime katılımında ne yönde ve ne gibi etkilere kaynaklık ediyor?
- OHAL altında seçimlere gitmek, acaba seçmenler açısından; “tüm önlemler alınmış, güvenli bir seçim olacak” düşüncesini mi, yoksa “bu şartlardaki seçim demokratik olmaz” kuşkularına mı neden oluyor?
- Yüksek Seçim Kurulu’nun bağımsızlığı ve seçimlerin gerçek yargı denetimiyle yapılıyor olması, daha çok / en çok iktidarın mı, yoksa muhalefetin mi işine gelmesi gereken uygulamalardandır? Neden öyle düşünüyorlar da, tersine düşünmüyorlar?
- Seçmenler neden oy kullanıyor ya da neden kullanmıyorlar? Seçimlerde hile yapılması mümkün mü? Mümkünse eğer, bunun önüne geçmek kimin görevi?
Daha bir sürü soru sormak, alınan yanıtları görmek ve araştırmacılardan bu yanıtlara ilişkin değerlendirmelerini dinlemek, sorulara verilecek yanıtların çizeceği çerçevenin seçime etkileri üzerinde ortaya çıkacak yorumları derinlemesine tartışmak isterdim. Yine de isterim ama bunlar demokratik bir ortamda ve meslek etiğine sahip çıkılan yapılarda tartışılabilecek konular. Yani yarın. Bugün, bu iş için biraz erken. (ST/HK)