Fotoğraf: Hikmet Adal/bianet
Birazdan okuyacaklarınızı üzerinize alınmayın demiyorum. Aksine, ısrar ediyorum üzerinize alın.
Gazeteciler, akademisyenler, öğrenciler, hak savunucuları, CHP’liler, HDP’liler, AKP’liler, kendisini “insanım” diye tanımlayan herkes. En çok da “demokratik bir ülkede hukuk güvencesi ile yaşamak istiyorum” diyenler… Lütfen üzerinize alın.
Hepinize, hepimize sesleniyorum.
Yaşarken sürekli olarak varız, hep böyleyiz diye düşünür, günlük rutin akışta ölümü unuturuz.
Sonra kentin içinde bir mezarlık görürüz ve aklımıza gelir, hatırlarız, “ölüm var ya ne için tüm bu heyecanlar, hesaplar, hırslar, hisler, koşturmalar, yapıp etmeler…”
Sonuçta gideceğimiz yer, olacağımız yer - ki o da şanslıysak bir depremde enkaz parçası olup hurda niyetine bir yerlere atılmadıysa ölü bedenimiz- bir avuç toprak parçası.
Uzun zamandır kafamın içinde dönen bu ve benzeri fikirler, 25 Temmuz’da Beyoğlu’ndaki evimden gözaltına alındığımdan beri daha da belirginleşti, okyanusa döndü.
İlk başta, Mazlum İçli’nin tutuklandığı, yıllarca ceza aldığı bir ülkede 24 saat gözaltında yaşadıklarımı yazmayı, anlatmayı doğru da bulmadım.
Hele HSK’nin sitesinde yazan bir bilgiyi sosyal medyada yazan bir gazetecinin, Fırat Can Arslan’ın tutuklandığı, denetimli serbestliği bozulan Barış Pehlivan'ın beşinci kez hapsedildiği, Merdan Yanardağ'ın tutuklandığı bir ülkede yazmak…
Binlerin yaşadığı büyük bir hak ihlali
*Çocuk istismarcılarına, katillere takılmayan kelepçeler, bana uygun görüldü. Fotoğraf: Dilek Sarıgül/bianet
Daha önce birkaç kez daha gözaltına alınmış biri olarak bu kez farklı hissettiğimi de söyleyeyim. İlk kez, “galiba bu sefer tutuklanacağım” diye düşündüm.
Sanırım bu nedenle de yazmak istedim. Aslında ne yaşadığımdan daha çok nasıl bir hukuksuzluk içinde olduğumuzu anlatmak için yazıyorum.
Sadece 24 saat için yaşadığım bu hukuksuzluğu, insanların yıllarca yaşadığını bilmek içimi yaktı, yakıyor.
Gelelim gözaltına…
Evden gözaltına alınıp Beyoğlu’ndaki karakola getirildiğimde iki avukat Meriç Eyüboğlu ve Türkiye Gazeteciler Sendikası’ndan Ülkü Şahin de benimleydi.
Evrak işleri, imzalar derken sorduğum iki soru vardı. Birincisi “İnip karakol önünde bekleyen arkadaşlarımı görebilir miyim?”, ikincisi de “Akşam evde olur muyum?”
İlk soruya “hayır”, ikinciye de “onu savcı bilir” yanıtını alıyorum.
Avukatlarım yanımda, anladığım kadarıyla Diyarbakır’dan savcının da telefonla dinlediği sorgumuz başlıyor.
“Aileniz, arkadaşlarınız size nasıl hitap eder? Kod adınız var mı?” sorusu tepemi attırıyor.
Gazeteci olduğum belli, nasıl bu soruyu, soruları soruyorsunuz gibi itirazım olsa da karşıdan gelen yanıt hep aynı: “Talimat böyle.”
O akşam nezarethanede kalacağım kararı geliyor.
İki alternatif sunuluyor; biri Karaköy, diğeri Beyoğlu. Beyoğlu’ndaki nezarethanelerin çok kalabalık olduğunu yaptığım haberlerden biliyorum, sessiz sakin olur diye düşünüp Karaköy’ü tercih ediyorum.
Avukatım Meriç Eyüboğlu yeme-içme, kıyafet durumlarını hallediyor. Ofisten arkadaşlarım yanlarında olan çocuk kitabı “Sıkıntıdan Patlayan Kasaba”yı gönderiyor, İletişim Uzmanı Ayşen Şahin de avukatlara kitaplar iletiyor, yine her zaman ofiste tuttuğum iki hırkam da geliyor.
Meriç “Hırkayı ne yapacaksın?” diyor, Ülkü “Pijama da iste” diye uyarıyor. Hırkalardan birini yastık yaparım, diğerini de üstüme alırım diye düşünüyorum.
Önceki tecrübelerim bana nezarethanelerin soğuk olduğunu söylüyor. Avukatlarım ve polis “Temmuz'da üşümezsin” diyorlar.
Meriç yine yemek işini soruyor, polis “Oradan sipariş verebilir arkadaşınız, üzerine nakit para verin” diyor. Pijama yerine de günlük bir eşofman istiyorum, geliyor. Avukatlar aracılığıyla destek mesajlarını görebiliyorum ara ara.
Bir kurum, bir kişi eksik kalır diye buradan yazmayacağım sadece bu konuda, tek bir şey söyleyebilirim: Ünlü, ünsüz, mesleğe yeni başlamış, mesleğin en eskisi, 10 takipçili 10 bin takipçili hiç fark etmiyor, tüm gazeteciler başta olmak üzere, haberimi yapan basın kurumlarına, CHP ve HDP'li vekillere, sivil toplum kurumlarına, kadın örgütlerine DİSK Basın İş ve sendikam TGS'ye, çok teşekkür ederim.
Sağlık kontrolleri sonrası kendimi Karaköy’deki karakolda buluyorum. Beyoğlu’nda “Evrim hanım” diye seslenen polislerin yerini, bu kez “Abla” diye seslenenleri alıyor. Klasik gözaltı işlemleri tekrarlanıyor.
Yeni eve çıkmışım gibi
Karaköy’deki karakol binası tarihi, pencereleri çift kanatlı, kapıları kocaman.
O kocaman kapılardan birini açıyorlar, demir parmaklı bölümü görüyorum. Birazdan oraya koyacaklar, öncesinde üzerimdeki kemer, takı vs gibi şeyleri alıyorlar. Çantamı da. Bu arada 24 saat klima çalışıyor, donacağımın henüz farkında değilim. Sıcak olur diye düşünüp polise, "Evrim'e kısa kollu penye getirdik" diyen arkadaşlarıma da polis "O üşüyordu ek hırka istedi" dememiş henüz.
Polise soruyorum “başka biri daha gelir mi?” diye. Yanıt alamıyorum.
Nezarethanedeyim. Bir duvardan diğer duvara uzanan tek bir tahta var. Bank gibi düşünebilirsiniz. Sanki yeni eve çıkmışım da odamı ilk kez yerleştiriyor gibi hırkalarımı diziyorum. Eşofmanı sonradan giyeceğim için katlayıp yerleştiriyorum. Beğenmiyorum, bozuyorum yeniden yapıyorum. Bu işlem birkaç kez sürüyor.
Saatin 17.00 olduğunu tahmin ediyorum. Canım sıkılıyor. “Polis bey”, “Polis hanım” diye dışardaki polislere sesleniyorum. Kimseden yanıt gelmiyor.
Saatler böyle sürüyor, ne gelen var ne giden.
Canım sıkılıyor, elimdeki plastik şişeyle parmaklıklara vurmaya başlıyorum, “Polis beeeeeey”, “Polis hanıııım”.
Biri geliyor, “tuvalet” ihtiyacım olduğunu söylüyorum.
Elimdeki su şişesini alıyor, tuvalete gidiyorum. Tüm karakolun kullandığı tek tuvalet. Herkes orayı kullanıyor. Hijyen koşulları pekiyi değil. Moralim bozuluyor.
Tekrar nezarethaneye dönüyorum. Canım sıkılıyor. Nezarethaneyi adımla ölçüyorum. 35 numara ayaklarımla sayıyorum, 1,2,3…11 adım. Yanlış yaptım herhalde diyorum, tekrar ölçüyorum. 11 adım. ON BİR.
Bankın üzerine oturuyorum.
İnanamıyorum bir daha sayıyorum. İçim yanıyor. Yok hayır, içime kocaman bir ateş düşüyor. Daha önce bunu hiç hissetmemiştim. Yapılan haksızlığı zulmü bizzat yaşamanın getirdiği acı bu herhalde, bilmiyorum.
Kalbi acır mı insanın acıyor, bir anda midesi bulanır mı midem bulanıyor.
Bunca yıl cezaevlerine dair hak ihllalerinin haberini yapan, mahpusların yaşadıklarını anlatan ben, “biliyorum, anlıyorum, empati kurabilirim” diyen ben, aslında bir halt bilmiyormuşum. Anlamıyormuşum.
Bu yaşatılan, cezaevlerinde olan şeyler öyle “orada hak ihlali var” gibi bir cümle ile anlatılacak gibi değil.
Aklıma düşüyor, babaları cezaevindeyken çocuk olan, şimdiler de gençlere dönüşen Selahattin Demirtaş’ın çocukları Delal ve Dilda, Gültan Kışanak’ın kızı Evin, Sabahat Tuncel’in babası, Figen Yüksekdağ’ın sevdikleri, Osman Kavala’nın 95 yaşındaki annesi, Mücella Yapıcı’nın kızı Cansu, Tayfun Kahraman’ın ailesi, tüm Gezi mahpusları…Oğlunun serbest bırakılması için Adalet Bakanlığı önünde bekleyen 80 yaşındaki Emine Şenyaşar.
Adını dahi bilmediğimiz yüzlerce politik mahpus, tedavisi engellenen hasta mahpuslar…
İnanabiliyor musunuz, gerçekten dağlara taşlara yazası geliyor insanın “suçsuz olduğu kanıtlandığı halde” cezaevinde tutulan insanlar var.
Adliye koridorlarında tozlu raflarda unutulan dosyalar değil bunlar, hayatları cezaevinde unutulanlar insanlar.
İktidarla aynı düşüncede değil diye cezaevlerine kapatılan yüzlerce, binlerce insan.
Bir kez daha adımlıyorum nezarethaneyi son kez sayıyorum, evet 11 adım. 11 adımlık bir alanda, bilemedin belki biraz daha büyüğünde ya da diyelim ki en büyüğünde tutuluyor insanlar, sadece “barış gelsin” dedikleri için, iktidarla aynı düşüncede olmadıkları için.
Başlarken "üzerinize alınmayın demeyeceğim" demiştim ya hah işte lütfen herkes üstüne alsın…
Eğer bir yerde demokrasiden, eşitlikten, insanca yaşayabilmekten söz ediyorsak, bunun mücadelesini yürütüyorsak, bu duruşun bir şartı, belki ilk şartı da politik mahpusların ve hasta mahpusların serbest bırakılması talebi olmalı.
Nezarethanedeyim…
Burası yaşayan birine sen yaşamıyorsun demek. Nefes alıyorsun, bedenin var, gözün görüyor, kulakların duyuyor fakat görmüyorsun, duymuyorsun. Hayatı paylaşmıyorsun.
Burası seni duymuyoruz, görmüyoruz demek. Sen bizden nasıl farklı düşünürsen de itaat edeceksin demek. Yaşarken ölmenin hali benim için 24 saat, binlerce insan için onlarca gün, yıl demek. Kimin hakkı var buna?
Yeryüzü kurulurken, sistemler kurulurken, sırf otoriteden farklı düşünüyor, iktidar gibi düşünmüyor diye bir başkasının özgürlüğünü kısıtlama hakkı kime, neden verilmiş?
Kapatıldığınızda zaten aslında “Hayır sizin gibi düşünmüyorum bu da benim inancım, düşüncem, kimliğim, varlığım” diye çığlık atasınız geliyor.
Tersi oluyor. Sessizlik.
Bir kez daha polisleri çağırıyorum. Kalem, kâğıt istiyorum, “yasak” diyorlar. Kâğıt yok, kalem yok, müzik yok. Ve ben daha önce yaşamadığım bir duyguyu ilk kez yaşıyorum. İçim yanıyor ya. Kocaman bir ateş topu gelmiş oturmuş vücuduma. Hiçbir şey yapamıyorum.
Telefon açmak istiyorum izin verilmiyor. “Yemek siparişi” vermek için polisleri çağırıyorum gece boyu, kimse gelmiyor, yanıt vermiyor.
İlerleyen saatlerde yanıma bir kadın getiriyorlar, mağazada çalışıyormuş patronu şikâyet edince gözaltına alınmış, “ben bir şey çalmadım” diyor. Ben anlatıyorum kendi durumumu “Bir insan RT etmekten alınmaz” diyor. “Takip edeceğim durumunu” diye ekliyor.
Sohbet ederken uyuya kalıyoruz. Sabah adliyedeki ifade işlemleri sonrasında serbest bırakılıyorum.
Yıllık iznime de denk geldiği için doğup büyüdüğüm köye gidiyorum Rize’nin Hemşin köyü Oce’ye. Geneksel şenliğimiz var. Şimdi burada olamayabilirdim diye düşünüyorum. Tutuklanan gazeteci arkadaşım Fırat Can Arslan aklımdan geçiyor hep. Ben buradayım fakat o ailesi ile birlikte değil diye öfkeleniyorum.
11 adımlık nezarethanede yaşadığım acı geliyor yine kalbimin orta yerine oturuyor.
Oce’de herkes çok güzel karşılıyor beni, tutuklandığımı düşünüp ağladığını söylüyor bir yakınım, “İşkence ettiler mi?” diye soruyor bir başkası.
Yeğenlerime sarılıyorum defalarca. Onların büyüyor olmasının ne kadar mucizevi olduğunu görüyor ve buna tanık olmanın kıymetli olduğunu fark ediyorum. Politik mahpusları bu haklarından mahrum bırakanlara öfkem artarken, Türkiye'nin demokratikleşmesi için özgürlükleri ellerinden alınanların ödediği bedelin aslında bize haksızlığın giderilmesi için bir yük bıraktığını da görüyorum.
Anlıyorum ki bu ülkede gazetecilik yapıyorsanız, tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmış gibisiniz. Dağları, dereleri, denizi, gökyüzünü, kuşları, ormanı, ailenizi bir daha göremeyeceğiniz zamanlar hep ve her an olabilir. Bunu bilerek devam edeceksiniz mesleğe.
Çok sevdiğim yaş almış Oce'li bir teyze, evine ziyarete gittiğimde önce kızdı “Neden bunlara daha çok laf demedin” dedi, kızı da “dedi ya anne” diye yanıt verince, “Allah tüm gazetecilerin cesaretini artırsın” diyerek yolcu etti beni.
Cesaretimiz artsın!
Artsın ki başta gazeteciler olmak üzere düşünceleri ve politik duruşu nedeniyle cezaevinde olan herkesin özgürlüğü ve mesleğimizi yapma hakkımız için daha fazla mücadele edelim...
(EMK)