Beyaz Show’da canlı yayına telefonla bağlanan Ayşe Çelik isimli seyircinin programa konuk olan sanatçılara soru sormak yerine ülkede yaşanan çatışmalara dikkat çekmek için “Ülkenin doğusunda yaşananların farkında mısınız?” diye başlayan bir konuşma yapmasının üzerinden sadece iki hafta geçti… Sonrasında olanlar malumumuz, Ayşe Çelik ve Beyaz önce geleneksel medyada sonra sosyal medyada hedef gösterildi; büyük bir yaygarayla terör propagandası yapmakla suçlandılar. Savcıları ve devletin tüm organları anında harekete geçirilerek haklarında soruşturma açıldı. Ülkedeki aklı selimleri dehşete düşüren bu manzaranın travması üzerimizde ve koparılan yaygaranın yankıları kulağımızdayken Davos’ta yine Başbakan Davutoğlu “Basın özgürlüğü konusunda herhangi bir engelleme, sınırlama söz konusu değil” dedi. Bu açıklamanın üzerine medyanın durumuna yakından bakmak farz oldu.
Ayşe Çelik’in konuşmasının içeriğinden öğretmen olup olmamasına, Kanal D’nin alelacele “Devletimizin yanındayız" açıklamalarından Beyazıt Öztürk’ün haber bülteninde özür dilemesine olayın “ne” kısmı birçok platformda defalarca kez konuşuldu. Olayın ilk anından beri içerik kısmından çok dikkatimi çeken olayın şekli oldu: “Neden bir insan ulusal kanaldaki bir eğlence programını arayıp farklı sorular soracağını söyleyip bu konuşmayı yapar?”
Evet, Ayşe Çelik’in söylediği gibi çatışmalara dikkat çekmek ve insanların farkında olmalarını sağlamak için. Ama yine Ayşe öğretmen konuşmasının satır aralarında programı formatın dışına çıkarmak suretiyle yaptığı bu eyleminin nedenini açıkladı: “Burada yaşananlar ekranlarda, medyada her ey çok farklı aktarılıyor. Siz de duyarlı olun, sessiz kalmayın lütfen. Sesimizi buradan duyurabildiysek ne mutlu bize”.
Ayşe öğretmen bir kesimin çaresizliğini ifade etti aslında. Eğer Ayşe öğretmen sadece askerlerin öldürülmesini vurgulayan, şehit haberlerinin çizgisinde bir konuşma yapsaydı elbette konuşma format dışı da olsa böyle bir tepkiye yol açmayacak, kamuoyunda duyarlı bir vatandaşın Beyaz’ın programında eğlenen insanlara verdiği vatansever bir ayar olarak kalacaktı ve medyada asla bu denli yer bulmayacaktı. Ama Ayşe öğretmenin bu konuşmayı yapması onun için elzemdi, çünkü artık Ayşe öğretmenler ve onların düşünceleri ana akım medyada yer almıyordu. Söylemek istediği mesajın sansüre uğrayacağının farkında olarak sansürü aşmak için bu yolu seçmek zorunda kaldı. AKP’lileri ve AKP medyasını bu kadar kızdıran ise aslında Ayşe öğretmenin ve onun ifade ettiği manzaranın “görünür” hale gelmiş olması ve iktidar tarafından yıllarca adım adım hazırlanan o görünmezlik engelini yaratıcı metotlarla aşmayı başararak iktidarın istemediği bir mesajı topluma verme cüretiydi. Bu tepki aslında medyada eğer iktidar istemiyorsa barış mesajı verilemez toleranssızlığını ve yapanlara neler olacağını da gösteren medya ve devletin harmonik ve topyekün verdiği bir “ibret olsun” gözdağıydı. Aslında uluslararası basın özgürlüğü endekslerine itibar etmeyen ve her türlü eleştiriye kulağını tıkamış iktidarın başındakilerinin iddia ettiklerinin aksine, bu olay vatandaşın yani seyircinin “basın özgürlüğü ve dolayısıyla ifade özgürlüğü algısını gözümüze sokan” çaresizlikten doğmuş bir olaydı. Ayşe öğretmenin bu eylemi de çaresizlik ortamında bu görünmezliğinde varolma çabasıydı.
Beyaz, Kanal D haber bültenindeki özür konuşmasında farkında olmadan da bu görünmezliğin aşamalarını detaylıca anlattı:
“Telefon bağlandığı anda biz telefonları nüfus cüzdanı numarasına kadar alıyoruz, kim nerden aradıysa, biz kendimiz arıyoruz zaten onları geriye. Konukların da soracağı sorular genelde bellidir bizde, bana söylenir şu soru sorulacak, bu soru sorulacak diye. Ben de yine o keyifle telefona gittim.”
Suya sabuna dokunmayan bir eğlence programında bile iç sansür mekanizmaları öyle içselleştirilmiş ki, aslında “öğretmen Ayşe Çelik” vakasından önce de güçlünün propagandif karalama kampanyaları ve yaptırımlar sonucu izlenmesi gereken davranış biçimi medya kuruluşlarınca çoktan öğrenilmiş ya da daha doğrusu iktidar tarafından öğretilmiş. Yayın ekibi bu duruma düşmemek için her türlü önlemi artık zaten refleksif olarak alıyor.
Sizce bu olaydan sonra canlı yayın programlarında yeni sansür mekanizmaları geliştirmeyecek mi? Özellikle iktidarla ekonomik ve dolayısıyla politik bağları olan bu bağları güçlendirmek için seçimlerden sonra iktidarın kara listeye aldığı ivedilikle gazetecileri işten çıkararak kullandığı dili değiştirerek -kayıtsız teslim- bayrağını çeken Doğan Medya grubunun kendini affettirmek ve “biz artık sizdeniz” demek için her türlü fedakarlığına şahit olduk. Beyaz Show çalışanlarına ne oldu bir bilgimiz yok ama eminim bir daha böyle bir durumla karşı karşıya kalmamak için çok tehditkar bir uyarı tüm canlı yayın çalışanlarına yapılmıştır.
Yazdan beri Türkiye’ye gelmemiş ve ülke gündemini sosyal medya ve haber sitelerinden takip eden biri olarak olayın patladığı dönemde Türkiye’ye geldim ve ailemin ve çevremdeki insanların çoğunun televizyon izlemeyi azalttığını hatta televizyonlarını kapatarak geleneksel medya ile ilişiklerini kestiklerine şahit oldum.
“E işte ne güzel!’ diyebileceğimiz cinsten bir ilişik kesme durumu değil bu. Televizyon halen Türkiye’de açık ara ile insanların bilgi edinme kaynağı, yarım yamalak da olsa, bilgi almaya çalıştıkları ilk mecra. Gazetelerin tirajlarının gittikçe dibe vurduğu bir ülkede okumayı pek de sevmeyen vatandaşlarının aynı zamanda bilmeden sürekli mesajlara maruz kaldıkları çok efektif bir mecra. İktidarların bu mecrayı her zaman kontrol etmek istediğini ve ekrandaki görünürlük savaşını çok da önemsediklerini biliyoruz.
Konda Araştırma Şirketinin Gezi olayları ile ilgili yaptığı Gezi Parkı’ndaki araştırma ve Temmuz 2013 Barometresi’nde aslında televizyonun ne kadar önemli bir propaganda aracı olduğunu çok açık bir şekilde kanıtlamıştı. Gezi parkındaki protestocuların yüzde 69’u olayları ilk olarak sosyal medya ve yüzde 8.6’si ise internet haber sitelerinden öğrenirken yalnızca yüzde 7’si televizyonlardan öğrenmişti. Halkın yüzde 71’i ise ilk haberi televizyondan aldığını söylemişti. Araştırma, ayrıca eğitim seviyesi azaldıkça olayları TV’den öğrenme oranı arttığını ve haber kaynağının insanların olayları algısındaki belirleyici rolünün önemini ortaya koydu. Gezi Parkı olayları sırasında olayları televizyondan takip edenler daha çok polisten yana görüş belirtirken olayları “sosyal medya” ve “internet siteleri” üzerinden takip edenler ise polisin tutumunu eleştiren bir tavır içinde olmuşlardı.
Peki, iktidar Gezi’den bir şey öğrendi mi? Evet, iktidar politik olarak kucaklayıcı politikalar uygulamak ya da bu protestoların nedenini anlayabilmek yerine ‘bir daha Gezi ya da bir direniş olmaması için hem ideolojik hem de baskıcı devlet aygıtlarını daha proaktif hala getirmeyi öğrendi. Yani önce tüm platformlarda algı yönetimini ve onu destekleyen sansürü ve bunların yetmediği noktada kolluk güçleri ve yargıyı daha efektif kullanmayı öğrendi. Bunun sonucunda Gezi’den itibaren kademeli ve planlı bir şekilde televizyonlarda uygulanan asli sansürü gördük “Muhaliflerin ve iktidar karşıtı fikirlerin görünürlüğünü ortadan kaldırma yani görünmez kılma’.
Uzun süre memleketten uzak kalıp neler oluyor diye televizyonu açtığımda etrafımdaki insanların aslında neden televizyon izlemeyi bıraktıklarını çok daha iyi anlamış oldum. Ulusal televizyon kanallarındaki haberlerde ve hatta hemen tüm yapımlarda, iktidarın karşısındakiler ve iktidarın belirlediği hegemonik kimliğin dışındaki tüm kimlikler ekranlardan sürgün edilmişti. Bu sürgün etme işleminden sonra toplumun neredeyse yarısı kendi fikirlerini medyada duyamaz; ekranlarda göremez oldu.
Faşizmin göstergesi aslında bırakın ara renkleri griden başka artık ana renklere dahi tahammülünün olmaması ve kendilerini Türkiye’nin ana renkleri olarak gören kesimlerin bile artık ekranda kendini görememesi oldu. Türkiye’de sol ve alternatif görüşler ana akım medyada hiçbir zaman doğru dürüst yer bulamadı. Fakat çoğulculuğun ve öteki fikirlerin ekranlardan tek tek silinmesine rağmen, faşizmin geldiği kendini memleketin ötekileştirilmesi mümkün olmayan yüzü olarak görenlerin ve iktidara vakti zamanında yakın olanların bile ekranlardan kaybolmasıyla ortaya çıktı.
Sıkışılan dar medya alanını biraz daha somut örneklerle açmak istiyorum. 1980-1990’lıların bile yaşlılar gibi “Nerde o eski programlar” dediği bir geçiş yaşıyor Türkiye…
Eski yüzlerden birçok kişi ekranlardan uzaklaştırıldı ya da uzaklaşmak zorunda kaldı. Alternatif düşüncelere pek yer vermeseler de, seyirci haber çeşitliliğine sahipti ve farklı görüşlerden medya emekçileri tarafından hazırlanan haber bültenlerini izleyebiliyordu. Aynı televizyon kanalı farklı görüşlerden programcılar ve gazeteciler programlar hazırlıyor, bu programlarda farklı görüşlerden aldıkları konuklar görüşlerini dile getirebiliyordu. Siyaset meydanı gibi farklı görüşlerin yer bulabildiği programlar, daha uzlaşmacı dil kullanan program sunucuları bile iktidarın yanında değillerse ekranlardan kaldırıldı. Ana akım medyada yer alan birçok ünlü isim uzaklaştırıldı, küçük ölçekli teknik açıdan yetersiz televizyon kanallarında ancak yer bulabildi. Kürt sorunu tartışılabiliniyor derken, 90’lı yılları mumla aratan bir medya önümüze konuldu.
Başka bir yazıda incelemek istesem de medyada durumun vahametini haber kadar algı yönetimi imkanının olmadığı halde eğlence ve sanatın durumunu açıklayarak ortaya koymak gerekiyor. Devlete ait televizyonun müzik kanalını izlediğimizde program yaptırılan sanatçıların tümünün Cumhurbaşkanının verdiği resepsiyonlara katılmış, desteğini açıkça ifade etmiş kişiler olduğunu görüyoruz. Muhalif görüşlü ünlü sanatçılarımız programa konuk olarak bile alınamaz hale gelmiş, yani görünmez olmuşlar. Müzikte bile ifade özgürlüğün olmadığı ve sizden olmadığını ifade edene mesleğini medyada icra etmeyi bile çok görür hale gelmişseniz işte basın ve ifade özgürlüğü sorununu geçeli hayli olmuş.
Bu aslında kademeli bir şekilde gerçekleştirilen “görünmezleştirme” süreci “İran devrimi” gibi ani şekilde uygulamaya konulmadığından, toplumun birçok kesimi tarafından çok ağır bir travma olarak hissedilse de direkt olarak ortaya konulamıyor. İşten çıkarılarak tasfiye edilen medya çalışanlarının yerine apolitik muhabir ve editörlerin patronların reçetesine uyarak yaptıkları suya sabuna dokunmaz haberlerle karşı karşıya kalan seyirci artık geçen yıllarda dinlediği sanatçıdan, güldüğü tiyatrocuyu dizilerde göremeyince ifade edilmediğini hissediyor ve televizyonunu kapatıyor. Kendi gözleriyle gördüğü ve ekranlarda gördüğü arasında bir bağlantı kuramayınca basın özgürlüğünün olmadığını ve ağzını kapatan üzerindeki bu faşizan baskıyı bir vatandaş olarak derinden yaşıyor. Görünmezleşen toplumun bu kesimi, ya sessizce ana akım medya ile ilişiğini kesiyor ve Gezi’den beri yaptığı gibi sansürün uygulanmasının daha zor olduğu bir mecra olan internet haber siteleri ve sosyal medyaya yöneliyor ya da iktidarın tam da istediği gibi gittikçe farkında olmadan apolitize oluyor ya da birçok konuda iktidara oy vermese bile farkında olmadan dayatılan algılara teslim oluyor. Daha dikkatli ve politize olmuş insanların birçoğunun farkında olduğu bu çaresizlik, yani iktidardan taraf olmayanların ve fikirlerinin ekranlardan gittikçe silinmesi, memleketin kabul gören vatandaşı olma özelliğini kaybettiği algısını pekiştirerek ülkedeki muhalefeti oluşturacak potansiyeli de pasifize ediyor.
Aslında AKP’nin iktidara geldikten sonra binlerce gazeteciyi medya üretimi ve ekranlarından uzaklaştırdığını görüp buna direnenler elbette oldu; fakat yeterli olmadı. Faşizm ise aslında görünmezliğin derecesinin yükselmesiyle yani artık AKP’nin daha önceleri yanında, yakınında yer alan ya da tam karşısında yer almayan kesimlerin bile görünmez hale gelmesi ile açığa çıkmış oldu. Türkiye’nin medya teşhisi diğer ideolojik devlet aygıtlarından bağımsız değil ve açık; Türkiye faşizm ile karşı karşıya.
İşte Ayşe öğretmenin isyanı da aslında televizyonlardan kendileri yerine konuşabilecek insanların habercilerin tasfiyesiyle sesini duyuramayan insanlardan birinin devletin dayattığı algıya karşılık haykırışı ve çığlığıydı. Artık “Çocuklar ölmesin” bile diyemeyen bir medyaya bu toplumda farklı düşünenlerin olduğunu haykırdı, insanlara medyanın taraflı olduğunu hatırlatmaya çalıştı. “Burada yaşananlar ekranlarda çok farklı aktarılıyor. Sessiz kalmayın. İnsan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın. Görün, duyun ve artık bize el verin. Yazık; insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın.” ’Biz de varız’ ya da ‘Bizi duyun’ çığlığıydı sansürü zekice aşan Ayşe öğretmenin o titreyen sesiyle anlatmaya çalıştığı… (DK/HK)
* “Gezi Raporu Toplumun ‘Gezi Parkı Olayları’ algısı Gezi Parkındakiler kimlerdi" KONDA (2014)
* Fotoğraf: Cizre/AA