"Bencillik, kölelik; kölelik, enenmiş bilinçtir."
Bu yazılamada "özgürlük" problematiği, "hakim - cellat" diyalektiği ekseninde ele alınacak; "bencillik" bağlamında tartışılmaya ve ileri sürülecek tezler, "çiçek soğanı" alegorisiyle temellendirilmeye çalışılacaktır.
"İnsanın en büyük hapishanesi kendisidir" derler. Kavafis, o meşhur “Şehir” şiirinde insanın kendinden kaçamayacağını, kendini her yere götüreceğini işler. İnsanın, toplumsal yaşamın öznesine dönüştürülmesi, günümüzün deniz feneri kavramlarından "rıza imalatı”nın örneği olarak düşünülebilir.
Toplumsal bir özneye dönüştürülen insan yavrusu, "sosyolojik" anlam kategorilerinden herhangi birine sıkıştığı ölçüde parçalı olmayan bir 'dünya' içinde yaşayabilir; bunun yolu da "ahlakçılık"tan geçer; sonu "kölelik"te biter.
Günümüz postmodern paradigmasında yalnızlık ve türevi rekabetçi bireycilik, sürekli pompalanmakta. Instagram gibi sosyal medya platformları, bireyleri sürekli kendilerini başkalarıyla karşılaştırmaya teşvik eden, görünüşte mükemmel yaşamlar sergileyen birer vitrin nesnesine, deyim yerindeyse pazar nesnesine dönüştürmekte. Bu durum, neoliberal ekonomi politikalarının da desteklediği bir ortamda, bireyleri daha fazla tüketmeye ve yalnızca kendi başarılarını önplana çıkarmaya itmekte. Bireyciliğin modalaştırıldığı bir iklimde, insanlar, karşılaştıkları sorunlarla başa çıkma becerilerini kaybetmekte.
İnsanı, toplumsallığından soyarak eksilten bireycilik, insanın hayatın olağan akışı içindeki sorunlar ile mücadele gücünü zayıflatarak psikiyatri ve terapi müşterisine dönüştürmekte. Artık duygusal dayanıklılık bireysel bir sorumluluk olarak görülmekte, toplumsal destek mekanizmalarının eksikliği ise insanları daha da izole ederek yalnızlaştırmakta. Bencillik, işte bu iklimde kurtarıcı bir can simidi olarak konfeksiyon ürünüymüşçesine rahatça giyilerek dünyaya karşı konumlanımışıza rengini vermekte. Sonuç olarak bireycilik, yalnızlığı ve yabancılaşmayı artırarak, insanlar arasında derin bir kopukluğa yol açmakla kalmıyor, toplumsal bağları zayıflatıyor. Birey de bu zayıflamadan payına düşeni fazlasıyla alıyor: bencilleşiyor.
Bencillik, sözlük diliyle ifade edilmeye çalışılırsa "tercihlerinde, tasarruflarında, tutumlarında vb. kendini merkeze koyma, kendinden başkasına aldırmama" olarak tanımlanabilir. Bencil bireyin kişiliği, hangi toplumda olursa olsun yadırganır. İnsandan beklenen "paylaşımcı", “dayanışmacı”, "yardımsever" olup gerektiği vakit fedakarlıkta bulunmasıdır; yani "erdemli" olmasıdır. Bencil, kendisinin dünyanın merkezinde olduğunu düşünerek çevresini hesaba katmadan, yer yer görmezlikten (de) gelerek gündelik hayatına devam edebilirken erdemli insan, toplumsal bir varlık olarak çevresiyle birlikte vardır; yeri geldiğinde çevresini yani 'büyük' ya da 'küçük' kimlik gruplarını ve kişileri gözeterek ama kendini de ihmal etmeden hareket edebilendir.
İnsanın, kendini belli türden 'küçük' ya da 'büyük' bir kimlik grupbuyla özdeşleştirmesi, iradesini delege etmesi olarak (da) yorumlanabilir. Delege süreciyle birlikte "karar verici statü"sünü yitiren insan, öznesi olduğu yaşamının nesnesi haline gelir ve köleleşir; köleliği, bir tür cellatlıktır. İlkesel olarak belli bir "tanım"a sıkışan insan, "olgu"ya kendini ya da kuramını dayatan romantik bilim insanına benzer bir tutuma hapsolmuş, kaynağı olmadığı paradigmanın neferine dönüşmüştür.
Kendi homojen dünyasının kalebentinde hayatının olağan akışı içinde doğabilecek her türden sorun, katı ilkesel tutum nedeniyle "aynı" şekilde 'çözülür’. Olguyu kurama uydurmak, burada, "bencillik" olarak tarif edilmektedir. Bu tutum, hayatın sonsuzluğunu, sığ bireysel çerçeveye sıkıştırmaya çalışmaktır. Daha dolaysız şu şekilde (de) ifade edilebilir: İnsanın, kendini ve yaşamını değişim olgusunun dışında tutma gayretidir, lakin kifayetsizdir.
Bencilce ya da katı homojen bakışa hapsolmuşlar, merkeze aldıkları kavramların ve/ya ilkelerin esiridirler. Nasıl ki bencil, çevresinde olup bitenlere "kör" ya da kayıtssızsa; toplumu ve yaşamı belli bir ilke ya da kavramla açıklama - yaşama iddiasındakiler de körleşmişlerdir. Körleşme, hakim - cellat diyalektiğini özgürlük bağlamında tersine işletir; göreli sürenin ardından insan, zaman dışına itilerek taşlaştırılır; bu nedenle (de) bencillik, taşlaşmış köleliktir. Buradaki kölelik, "kader" yani "zorunluluk" değil "tercih"tir; o nedenle de "gönüllü kölelik" -ki bir tür paradokstur- olarak da değerlendirilebilir.
İnsan, kendini toplumsallığından soyutlayıp içine hapsolduğu kalebentinin taşlarını oluşturup homojen bir 'bakış' üreten kavramlarını berkittiği ölçüde tutsaklaşır; oysa özgürlük, kalebentte gedikler açıp kuşatılmışlığı mutlak anlamda ortadan kaldırmaktır. Bu ise, anaakımlaşmış genel kavrayışa aykırı hareket etmekle olanaklıdır. İnsanın, esiri olduğu bencillik paradigmasının "gereği" gibi davranmadığı her örnek, paradigmanın iktidarını sarsar, kalebentte çeşitli gedikler açılmasına neden olur. Bu, aynı zamanda bir tür özgürleşme pratiğidir; ki, birkaç örnekle nihayete ermez. Nasıl ki bahar, açan iki çiçek; iki taşın üst üste konması mimarlık değilse, vicdanen mevcudu reddettiğimiz birkaç örnek de zamanın katılaştırdığı o homojen monolitik yapıyı yıkmaya yetmez.
"Bencillik, köleliktir." Kendi kendine, kendini, kendine hapsetmiş, çevresel etmenlere, farklı bakışlara -en önemlisi de etik bakışa, kavrayışa, yaşayışa- kapatmış kişi, zihinsel bariyerler çekmiş, zırhlar takınarak "gönüllü kölelik" paradoksunun işletir. Bireysel anlamda inisiyatif almaz, ilkesel olarak konumlandığı makamda ne yapacağı kestirilebilirdir; o, artık düşünmez, makamının celladına dönüşmüştür; cellatlarsa mutlak itaatkarlık gösteren kölelerdir.
Bencil kişi, çevresine karşı nasıl kayıtsızsa, etkileşimden olabildiğince azadeyse, belli bir kimlik grubuyla ve/ya türevi dünya görüşüyle hayatı kavrayıp yargılama pratiğini icra eder. Bencil insan, ne karşı karşıya olduğu durum üzerine düşünmektedir ne de ne yaşadığının farkındadır. Kişi, kendini, sahibi olduğu yüksek duvarları olan bir kalebende kapatarak -Hoş, insanın, kaldığı hapishanenin sahibi olmasının ne önemi olabilir ki!- esaretini sürdürür: bencillik, kölelik; kölelik, enenmiş bilinçtir.
Bencil kişi, dost olamaz; çünkü kendine açamadığı ruhunu bir başkasına hiç açamaz. O, bir kişi yani etik bir özne olarak henüz doğmamıştır. Toplumsal bir varlık olan insan, ancak paylaşımları ile paylaşımlarda doğup serpilip büyüyebilir; o nedenle bencil ruh, çürümüş çiçek soğanıdır. Çürük, ekşi ve kesif bir koku yayar; insanlarsa kokudan ve çevresinden uzaklaşırlar. Benciller, bu çiçek soğanı alegorisindeki 'koku' nedeniyle yalnızdırlar. Sorun, kendilerinde değildir; çünkü kişi, kendine kokmaz; kokusu kendisidir.
Bencil kişi, kendi homojen dünyasında hapsolmuş, kendini ve çevresini görmezden gelen bir köledir. Bu kölelik, özgürlüğün imkanını reddeder. Ancak insan, paylaşımla ve çevresiyle etkileşimle özgürleşir. Bencil kişi, dost olamaz; çünkü dostluk, paylaşım ve içtenlik gerektirir. Oysa bencil kişi, bu değerlerden yoksundur. Bencil sırıtır; insan güler, gülmek özgürlüktür. Bencil; gülmeye, gülenlere hasetçe düşman; hayattan payına sırıtmak düşüren zavallı köledir. Ama bencillik, insanın ne doğasındadır ne de kaderdir; başka pek çok şey gibi öğrenilir.
Bencil ruh, doğmamış iradedir. Paylaşımla açılan ruhun yüze yansıyan gülümsemesiyle hemhal olmak imkanı bulamamış, çöle dönüşen habitatının toprağında çürümekte olan bir soğandır. İnsan, bu soğanı her an canlandırabilir: dostça gülümsemek, gözetmek, dayanışmak gibi toplumsallığa içkin eylem ve tutumlar, insanın içini açar, o toplumsal varlığın ciğerlerine hayat zerk eder, çiçek yeşeriverir: hayat doğar.
(MB/HA)