Munzur Kültür ve Doğa Festivali fikri, '90’lı yılların kahredici zulmüne verilmiş en güçlü yanıttı. Bu fikrin oluşmasında ve sonrasında festivalin pratikleşmesine katkı sunmaya çalışmış biriyim. Festival, zaman zaman kesintiye uğrasa da Dersim'in en büyük kazanımı olarak benimsenmiş ve kalıcı olması sağlanmıştır.
Bu sürece bağlı olarak Dersim coğrafyasında geriye dönüşler başladı ve insanlarımız yeniden, doğdukları topraklarla kucaklaşmanın sevincini yaşadılar. Devletin yakıp yıktığı köyler, bu dönüşlerle birlikte yeniden hayat buldu; Dersim'in kutsal mekanları dualar ve ağıtlarla yankılandı.
'90'lı yıllarda insan hakları heyetlerinde aktif yer almış biri olarak Dersim coğrafyasında nelerin yaşatıldığına tanıklık ettim. Köylerin boşaltılmasıyla yetinilmedi aslında; insanların yaşadıkları ve dedelerinden kalma evleri de yakılıp yıkıldı. 1938’de yaşatılan kıyımda hayatta kalmış on binlerce insanımız kendi topraklarından kopartılarak nasıl sürgün edildiyse, '90’lı yıllarda benzer bir göç dalgasıyla karşı karşıya bırakıldı, Dersim.
Yüzlerce köy ateşe verilmek suretiyle haritadan silinmek istendi. Dersim'in başta inanç, dil ve kültürünün yok edilmesine dönük özel politikalar geliştirildi. Dersim coğrafyasında bulunan bakır ve altın madenlerinin kolaylıkla çıkartılması ve dört tarafı sularla çevrili olan nehirler üzerinde baraj ve HES’lerin hayata geçirilmesi girişimi, bu politikanın temelini oluşturuyordu. Munzur Kültür ve Doğa Festivali fikri, ağır koşulların yaşandığı böylesi bir dönemde şekillendi ve adım adım pratikleşerek yol aldı.
Nasıl başladık?
Bu zorlu yolculukta sizi geçmişe, festival fikrinin nasıl oluştuğuna götürmek istiyorum...
Yıl 1998 ve “Tatilini Dersim’de geçir” çağrısı festivale giden sürecin ilk adımını oluşturuyordu. Bu çağrıya uyarak Dersime giden birçok arkadaşımızın gözaltına alındığını hatırlatayım.1998 yazı, Dersime giden otobüslerin Seyitli köprüsünde durdurularak sıkı bir aramadan geçirildikten sonra birçok insanın Dersime sokulmadan geri çevrildiği bir yıl olmuştu. Bu uygulamanın gerekçesi olarak İstanbul çıkışlı “Tatilini Dersimde Geçir” çağrısı gösterilmişti. Zamanın devlet aklı, bu çağrıyı bir “İsyan” çağrısı olarak değerlendirmekte bir sakınca görmemişti.
Bıkmadan usanmadan bu ısrarımızı sürdürmüş ve 1999 yılında bu çağrıyı bir festival çağrısına dönüştürmüştük. “Dersim'de festival yapmak istiyoruz” dediğimizde bunun imkânsız olacağını söyleyenlerin sayısı az değildi. İmkansız gibi görünse de bunun aşılabileceğini anlatmak için ardı ardına toplantılar düzenliyorduk.
İstanbul merkezli bu toplantılar, daha sonra Dersim yerel yöneticilerinin de dâhil olmasıyla farklı bir anlam kazanmaya başlamıştı. Festival başvurumuzun reddedilmesi karşısında İstanbul’da toplanmış, Valiliğin yasağını protesto etmiştik. O toplantıda yaptığım açıklamayı araştırıp buldum ve burada bir kez daha sizlerle paylaşmak istedim.
“Kayseri’de Erciyes dağında silahlar eşliğinde yapılan etkinliğe müsaade edenler, Dersim’de yapılmak istenen bu kültürel etkinliğe izin vermeyerek adil davranmadıklarını gösterdiler. Burada ayrımcı olduklarını bir kez daha göstermişlerdir. Bu yaklaşım ne devlet ciddiyetiyle ne de demokratik davranışla bağdaşmaz. Büyük acılarla yoğrulmuş olan Dersim halkı, bu festivali büyük bir özlemle bekliyordu. Halkımızın bu yönde ki özlemi devam edeceği gibi bizim de girişimlerimiz devam edecektir” demişim.
Gerçekten pes etmemiş ve festival ısrarımızı yeni yıla aktararak korumuştuk. 2000 yılına gelindiğinde festival girişimiz bu kez valiliğin, “Ferhat Tunç olmazsa izin veririz” itirazıyla karşılık bulmuştu. Bu noktaya gelişimizin bile büyük bir başarı olduğuna inanıyorduk. Zira bir yıl öncesine kadar “asla böyle bir şeye izin veremeyiz” diyen bir valilik vardı. Aynı valiliğin bu kez “Ferhat Tunç olmazsa” şartına bağlı gösterdiği tepkiyi, bir yumuşama sinyali olarak algılamıştık. Zamanın belediye başkanının vali ile olan özel diyalogu üzerine “Ferhat Tunç” engeli aşılmıştı.
Yıllar sonra Dersim toprağında şarkılarımız yankılanacak ve halkımızın özlemle beklediği büyük bir kucaklaşma yaşanacaktı. Öyle de oldu ve Dersim, '90’lı yılların o koyu baskıcı karanlığından kurtulmanın sevincini yaşıyordu. İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin farklı kentlerinde yaşayan Dersimliler, festivalin ilk heyecanına ortak olmak adına otobüslerle kente akmıştı.
İki günlük otobüs yolculuğumuzun ardından Seyitli Köprüsü'ne vardığımızda, bizleri karşılamaya gelen mahşeri bir kalabalık vardı. Daha önceki yıllarda tanklar ve toplarla engellendiğimiz o noktada, davul zurnanın sesi ve Dersimlilerin bir çığlığa dönüşen sevinci vardı.
Dersim merkeze varıldığında coşku doruğa çıkmış, 'Palavra Meydanı' olarak bilinen alanda binlerce Dersimli, yılların o kahredici baskılarına inat, halaya durmuştu. Festivalin her günü mahşeri bir coşkuya dönüşmüş ve Dersim yılların özlemini büyük bir zafer edasıyla kutluyordu.
Yanılmıyorsam festivalin son günüydü ve konser alanına gitmek üzere yola çıktığımda şehir merkezi ve mahallelerde in cin top oynuyordu! Konser alanı hınca hınç dolmuş ve Dersim tarihinde görülmemiş bir coşku yaşanıyordu. O gün 'yeni' bir gündü hayatımda.
Nasıl yeni olmasın ki... Doğup büyüdüğüm ve çocukluğumun geçtiği bu kent yıllarca bana yasaktı. Dersim'e her gitmek istediğimde karşımda devletin tankını ve topunu görmüştüm. Ormanlar yakılırken, köyler boşaltılırken ve insanlar gıda ambargosu altında açlığa mahkûm edilirken böyleydi. O gece şarkılarımı bu duygu fırtınasıyla seslendirmiştim. Artık çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği bu kadim kentte yeniden doğmuş gibiydim. Konser alanlarını dolduran Dersimliler, yılların birikmiş öfkesi ve özlemiyle koro halinde haykırıyordu: “Deyin Dersim yıkılmasın!"
Oyunu boşa çıkarmalı: Dersim'e akmalı
İlk adımı böyle atılmıştı, adına “Munzur Kültür ve Sanat Festivali” dediğimiz o gelenek. Festival Dersim'in kimliğiyle bütünleşmiş ve her yılın olmazsa olmazı olarak kabul görmüştü. İçeriği yıllar geçtikçe değişiyordu. Sadece Dersimlilerin değil, Dersimli olmayanların da heyecanla beklediği ve giderek uluslararası alanda da tanınan bir festival oldu. Eksiklikleri ev tartışmalarıyla bugüne kadar sürdürdüğümüz bu geleneğin devam etmesinin gereğine ilişkin de bir şeyler söylemek isterim.
Ağır savaş koşullarının hüküm sürdüğü bu yıl, festivalin yapılması yönünde bir kararlaşmanın ortaya çıkması son derece anlamlı. Zira geçen yıl Suruç’ta bombalı intihar saldırısı sonucu 33 insanımızın katledilmesi nedeniyle iptal edilmişti. IŞİD'in özellikle Alevilerin yaşadığı kentlere dönük intihar saldırıları gerçekleştireceği yönündeki bilgiler, festivallerin güvenliğini ne yazık ki tartışılır hale getirdi.
İnsanlarımızın can güvenliği kuşkusuz festivalin gerçekleşmesinden çok daha önemli. Özellikle de konser ve benzeri etkinliklerin bu tür saldırılar için birinci derecede hedef alanlar olarak seçileceği, muhakkak. Dolayısıyla bütün bu olasılıklar dikkate alınarak bu yıl düzenlenecek festivalin programında konserlerin olmaması kararı da isabetli.
Festival programının oluşumuna bakınca, yukarıda açıklamaya çalıştığım gerçeklerin etkili olduğu görülüyor. Dersim'de inanç ve kültür bağlamında görülmesi gereken birçok alan var. Özellikle doğanın eşsiz güzelliklerinin yaşandığı bu alanlar, devletin 'yasak bölge' ilanıyla insanlarımızın ziyaretine yasaklanmış görünüyor.
Bu kararları festivalin gerçekleşeceği bilgisi üzerine, Eylül ayına kadar uzattılar. Bununla amaçladıkları tek şey var; insanlarımızın Dersim'e yönelik heyecanlarını kırmak, korkutmak ve yıldırmak. Bu oyunu boşa çıkarmalı ve 28 Temmuz'da başlayıp 31 Temmuz'a kadar sürecek festivalimizin ana temasını oluşturan "Dilimiz, kültürümüz ve doğamız için Dersim"e akmalıyız. Korku ve tehdit yayarak Dersim'i insansızlaştırmak isteyenlere verilecek en anlamlı yanıtın bu olacağı unutulmamalı.
Daha güçlü bir sahiplenme
Dersim, düne oranla bugün bizden çok daha güçlü bir sahiplenmenin beklentisi içinde. Bu sahiplenmeyi, Dersim'de bulunarak ve olası tüm baskılara karşı dik durarak göstermemiz mümkün. Doğduğumuz ve çocukluğumuzun geçtiği o topraklar ve köyler yolumuzu gözlüyor şimdi. Dersim’in ardıcı başka yerde yok; sarımsağı, balı ve peyniri bile başka yerde yok...
Dersim'i çevreleyen dağların sayısı bir hayli çok. Daha farklı bir festival yaşamak adına o dağlardan birine çıkmayı deneyin, bu yıl. Seyit Rıza, “Ağdate Seyid Rızay” dedikleri köyde ömrünün uzun yıllarını geçirdi. Ağdat köyü 3 bin rakımlı Tujik Baba Dağı'na (Sultan Baba) bakıyor. Bu dağ, her mevsim yaşattığı güzelliklerle, Seyit Rıza’nın Ağdat’ını vazgeçilmez kılıyor. Dersim'i çevreleyen bütün sıradağlar yüksektir ancak kerameti ve saygısıyla Tujik Baba, bütün bu dağların sultanı olarak da bilinir.
Alişer Efendi ve Zarife Hatun ömürlerinin uzun yıllarını Seyit Rıza’nın Ağdat köyünde, Tujik Baba Dağı'na bakan konağında geçirdi. Koçgirili Alişer Efendi'ye ait Tujik Baba Dağı'nın bu ihtişamını anlatan birçok şiir var. Bunlardan birine son 'Kobanê' adlı albümümde yer verdim. Bu eserde Seyit Rıza’nın kirvesi, can dostu Koçgirili Alişer Efendi, hayat arkadaşı Zarife Hatun'a seslenmiştir: “Gönül gel gezelim Dersim dağını / Ne hoş memlekettir êli Dersim'in / Seyran eyleyelim Tujik Dağını / Ne hoş çiçekler var gülü Dersim'in."
Güzelliğin sırrına erelim
Alişer Efendi'nin bu gönül çağrısı kendisini Dersimli gören herkesedir. Çağrının geldiği sese kulak verilmeli ve Tujik Dağı'na tırmanarak zirvesinde 1937-38'deki kıyımlara ait izlere ulaşmanızı öneririm. Bu yıl Seyit Rıza’nın köyü Ağdat’ta daha önceki yıllarda olduğu gibi bir ziyaret gerçekleşecek. Bu ziyaret kapsamına Tujik Dağı'na tırmanışın da dahil edileceğini umuyorum. Bu eşsiz güzelliğin sırrına ermek, festivalin kültür ve doğa karakterine hayat vermek anlamına gelir.
Sadece Tujik Baba değil; Munzur dağlarının zirvesinde eşsiz bir özgürlüğün tadına varmak mümkün.
Şimdi festival zamanı ve dağlarımız yolunuzu gözlüyor. (FT/NV)