Fotoğraf: Pixabay
Bu bir gölgenin hikâyesidir. Belki sıra dışı, belki çok tanıdık...
Vakit tamamdı. O yolculuğu anlatmalıydı artık. İçi içini kemirip bitirmeden, anlatmalıydı. O vakit şimdiydi:
Bir zamandır zemherinin orta yerinde gibiydi. Distopik bir hayat ve dünya vardı yeryüzünde. Sanki insanlık felce uğramış ve insan olma vasıflarını yitirmişti. O da payını almıştı bundan.
Bu nedenle, ben bir gölgeyim, demişti. “Kaçmalıyım. Tahammülüm yok bu dünyaya” diyerek, mecrasından kaçtı. Dost bildiklerinden; onları deşifre eden riyalarından; süslü cephelerinden, “kardeş” naralarından, adım adım uzaklaştı. Gürültüsüz. Patırtısız ve izsiz uzaklaştı...
Bıraktı hepsini. Geride bıraktı “kokuşmuş kadavra yığını”nı. Evet! En öfkeli anlarında hep öyle diyordu çünkü.
O, izole olmayı seçti. Nahoş bir haldi, ama gerekliydi. Hem de çok gerekliydi... Bununla da yetinmedi: anlayacağınız, o, dimağından, ütopyasından; “uğruna ölüme giderim” dediği düşlerinden de kaçtı...
Yani, insana dair ne varsa, o izlerin hepsini silip süpürmek istercesine uzaklaştı.
Bu bir nefret miydi? Hayır, hayır. Sadece insanların müraillikleri midesini bulandırıyordu artık. Ya onlar gibi olacaktı; ya da onlardan elini eteğini çekecekti. İşte O, ikinci alternatifi seçti. Hakkıydı bu.
Artık obsesifti. İliklerine kadar attığı her adımda, varacağı durakları, varmadan inceler oldu. Hem de adamakıllı inceledi. Kontrolsüzdü.
Ve zifri distopyası daraldıkça daralıyordu. O, zulasının kuş uçmaz, kervan geçmez “sığınağında” be çareydi. Korkuyordu da. Hem de çok...
Fakat korkularını yenmek için, yeni yöntemler geliştirmişti; yani boş durmuyordu. O, ha bire topluyor, çarpıyor ve bölüp çıkarıyordu. Sabırla... Nasılsa boldu zamanı...
Sustuğu ve ortalıkta görünmediği sürece, karışanı olmayacaktı nasılsa! Ne var ki, edindiği sonuçları yadırgadı: Şaşırtıcı buldu...
Böylelikle yeni deneyimler ediniyordu o daracık zulasında. Zira kafası çalışıyordu. Dışarıdan pek anlaşılmasa da, yetenekliydi, yaratıcıydı.
Bu yeni “meşgale”sini zamanla pek sevdi! Her bir kıpırtıyı, sesi, tepkiyi itinayla inceler ve hesaplar oldu. Dedim ya obsesifti.
Anlayacağınız, O, her geçen gün yani yeni “normal” huylar ediniyordu.
Kaçamadıkları mı? Onlar da vardı elbette ve çözmekte zorlandığı handikaplardı bunlar. İç dünyasını etkileyen, karakteristik ve soyut etkenlerdi. Bundandır ki, tümden yolunu şaşırdı gülüşleri. Oysa o, ne çok severdi gülmeyi...
Göğsünün orta yerinde, dipsiz bir Munch çığlığının* dayanılmaz ağırlığı vardı. Düğüm düğümdü ruhu. Ne kadar bağırırsa bağırsın, çıkmıyordu sesi. O ses, bir türlü çıkmak bilmedi...
Demem o ki her şey- zaman dahil- sırtını dönmüştü O’na. Kamburu her geçen gün yükseliyordu; olabildiğince ağır ve taşıması da çetindi.
Fakat paradoksal olan da buydu: O, son gücünü topladı. Çatlak aynayı içindeki “kendine” tuttu. Orada, biriktirdiği heceleri aradı. Yeni ve histerik bir haldi bu; yani alışılmışın ötesinde...
Yırtılsa da teni, felce de uğrasa parmakları, kararlıydı. O, aradığı heceleri bulacaktı...
Hiroşima ağıtlarının, dumanının çıplaklığında gibiydi-tıpkı yanan o çıplak kız çocuğu gibi sıyrılacaktı karanlığın ağusundan. Pes etmeden, içinde bir yerlerde saklı olan hecelerini bulacaktı...
Nitekim nitekim belirdi o aradıkları; ruhunun ve beyin hücrelerinin kıvrımlarından birer birer çıktılar gün yüzüne. Salyangoz hızıyla da olsa çıktılar ortaya...
Tutuştular el ele. İşte, “mucize” dedikleri, bu olmalıydı... Tümceleri can buldu o zifiri karanlıkta. Yüreğine seslendi o vakit.
Dinledi, özveriyle dinledi her bir hecenin masum sesini. Ve onlarda, ruhunun sesi geziniyordu. Tıpkı emekleyen bir bebek gibiydi bu diriliş; kimi zaman hoyratçaydı. Yabaniydi. Ancak emindi.
Buydu varacağı son durak.
Ürkmüş bir kedi gibiydi. İnanıp inmeli miydi o durakta?
Sonunda, tüm cesaretini topladı... Bastı ayağını o durağa.
Dilini yutmuş gibi suskundu. Işıkları ölü gibiydi o şehrin...
Göğüs kafesinde gizliydi defteri ve onu, sıkı sıkı tutuyordu.
Defterin sararmış yaprakları rüzgâra kapılmış gibi titriyordu. Tir tir titriyordu. Tıpkı onun içindeki fırtınalar gibiydi...
O durakta etrafına bakındıkça, daha da emin oldu. Burasıydı aradığı yer. O “son durak” buydu.
“Kalem-Defter”durağı, dedi sonunda. Diyebildi.
Sevdi sesinin tınısını.
Gözlerinin gördüğünü sevdi
O tarifsiz heyecanı
O anı, günü ve kendindeki gücü
Sevdi, hem de çok sevdi bu niyazı...
İşte o günden beri, ona sadık bir yoldaştı Kalem-Defter. Mahirdi. Eskilerden kalma, zihninde burukluğu ve tortusuyla ötelediği aşklar gibi değildi bu. Bunun sevgisi bambaşka bakiydi. Kolları dirençli ve hep gergindi.
Bunun içindir ki, o, Kalem-Defter’de tutuklu kaldı.
(HK/EMK)
*Edvard Much'ın Çığlığı