Hangi insan kimliksiz doğar? Hangi insan anasını babasını, yerini-yurdunu bilmeden büyür? Adlarımız kaderlerimiz değil midir? Öyle bir kadersizlik düşünün ki adınız bile yok. Öyle bir kader düşünün ki safi keder…
“Ya Leylâ, kıyam et fakat senin değil bu kıyamet. Ayağa kalk Leylâ, hiç senin olmadı bu rezalet.”
Edebiyatın en özgün kalemlerinden Demet Cengiz, Su Üçlemesi’nin son halkasını “Göl Kıyısında Leylâ -Yer haberlerini anlattığında” romanıyla tamamladı.
"Adımı Deniz Koydular" romanıyla büyük bir çıkış yakalayan İçimde Yanan Nehir romanıyla aynı aileye ve kişilere farklı açılardan bakmamızı sağlayan Demet Cengiz, Göl Kıyısında Leylâ ile kader ve kimlik sorgulamasını aynı anda yaptırıyor.
Özel bir genelevde başlayan "Göl Kıyısında Leylâ", Ülker İnce’nin arka kapakta dediği gibi insanın soluğunu kesecek, bizi kendimizden utandıracak kadar etkili bir roman. Genç bir kız hepimizin eline yapışıyor ve zarafetle bizi bir geneleve sokuyor. Bir emtia gibi alınıp satılan, fiyatı artan veya azalan kadınlar…
Demet Cengiz, insanın insan kalamadığı bu korkunç ortamı anlatırken öylesine ince bir dil kullanıyor ki zarafetle anlatılan bu trajedi insanın canını daha fazla yakıyor. İnsana tahammül edemeyeceği kendi karanlık yüzünü gösteriyor. Tam dilin zarafetine alışmışken atmosferin sertliğini yansıtan bir cümle tokat gibi okurun yüzüne iniyor. Sert gerçekçilik ile büyülü gerçeklik akımlarını harmanlayarak kendi özgün dilinde öykülerini anlatan yazar, bir kez daha bir kelime büyücüsü ve kurgu ustası olduğunu gösteriyor.
Adlar ve kimlikler değişiyor ama kötü kader değişmiyor. Kader değişmiyorsa isimlerin, kimliklerin ne önemi kalıyor? Baştan aşağı bir kimlik, kader ve inanç sorgulaması olan romanı okurken, anlatılanın hangi Leylâ’nın hikayesi olduğu sorusu sık sık kendini hatırlatıyor.
Dünya yüzü görmeyen kadınlar
Hayatta kalmak, daha az ceza almak için birer yaltaklanma üstadına dönüşen hayatsız kadınlar, insan çukurunun en dibinde sessiz çığlıklar atıyorlar. Hayatta kalmak yaşamak mıdır? Dünya ile bağları tamamen kesilmiş, gün ışığının yasak olduğu bir genelevde yaşayan, kendi bedenleri üzerinde hiçbir söz hakkı bulunmayan kadınların, gerçekten yaşadığı söylenebilir mi? Gerçekten yaşamayan biri varoluşunu sorgulayabilir mi? Kötülük problemini aşamayan insanlar, felsefeyle inançlarını kurtarabilir mi?
Dünya yüzü ve gün ışığı görmeyen bu kadınlar için gerekirse genelev bir okul olabilir mi? Pisliğin, cehennemin içinde bile insan haset edebilir mi?
Birine cehennem ötekine cennet

Yazarın birbirinden bağımsız eserler olarak kurguladığı üçlemenin ilk iki romanından kahramanlarla karşılaşmayı okur elbette bekliyor ancak ilk iki romandan kahramanları bağrına basan Göl Kıyısında Leylâ şu soruyu sorduruyor:
“Birinin yandığı cehennem ötekine cennet olabilir mi?”
Cehennemde doğmuş ve yaşamış birinin cennet tasavvuru ne kadar gerçekçi olabilir ki? Bir esaretten ötekine koşan biri kurtulduğunu sanabilir mi?
Demet Cengiz’in üçleme ile bir evren yarattığı anlaşılıyor. Yazarın kahramanları her zaman katman katmandır ve her eserinde aynı kahramanın başka yüzüne de rastlanır. Başka bakış açılarında, başka yerlerde ve başka zamanlarda farklılaşan insanlar… Bu roman da aynı yüzleri bir o yandan gösteriyor bir bu yandan.
“Bu kitap hiç evlat olamamışlara adanmıştır” diyen Demet Cengiz daha ilk cümlesinden okuru sarsmayı başarıyor. Romanın ruhunu belirleyen bu cümle kitaba adeta bir ağıt, bir yergi, bir direniş kimliği katıyor. Cesur bir kalem ve felsefi bir derinlikle yazılan bu roman edebi olduğu kadar politik bir metin de. Bu roman sadece Leyla’yı değil kimliksiz kalmış, bir meta gibi alınıp satılmış, istismar edilmiş bütün kadınları anlatıyor.
Yazar ilmek ilmek işlediği olay örgüsü, çarpıcı kurgusu ve düşlerden gelen derin sözleriyle okura adeta edebi bir haz yaşatıyor ve kendini aramak için yola çıkma cesareti veriyor. Ve şöyle sesleniyor unutturulmaya, bastırılmaya, görmezden gelinmeye çalışılan tüm kadınlara:
“Ah Leylâ, kaldır başını! Senin değil bu utanç, kaçırma o muhteşem bakışını.”
(EH/EMK)


