Gökçeada'yı çeşitli yayın organlarında tanıtırken kullandığımız ifadeler, yaşadığımız bu toprakları ne kadar güzel anlatıyor değil mi? "Mavi ile yeşilin buluştuğu yer." "Organik ada." "Bereket tanrısı olarak adlandırılan Imbrasos'un bolluk diyarı olarak bilinen İmroz, bugünkü adıyla Gökçeada." "Doğal su kaynakları açısından Ege'nin en zengin adası."
Tüm bu ifadeler bize Türkiye'nin güzel ve de özel coğrafyasında yaşadığımızı anlatıyor değil mi? Üstelik tüm bu ifadeler de doğru değil mi?
Hemen cevap vereyim, doğru.
Peki biz Gökçeada'da yaşayanlar olarak adamızın kıymetini biliyor muyuz? Büyük oranda bilmiyoruz. Dünyanın dengesinin bozulduğu, suyunun, havasının, toprağının kirlendiği bir gerçek. Çevre felaketleri öylesine etkili ki artık iklimi değiştiriyor ve hatta tropik iklimlerde görülen hortum, sel gibi felaketler gelip yurdumuza da çöreklenmiş bulunuyor.
Anakaradan uzakta bir adada yaşadığımız için pek çok olumsuzluktan sıyırdığımızı zannederken meğer müthiş bir felaket gelmiş kapımıza dayanmış.
Uzun süredir Gökçeada'da maden araştırmaları yapıldığını biliyor ve huzursuz oluyorduk. Sonunda yetkililer baklayı ağızlarından çıkardı ve de Marmaros bölgesinde verimli bir altın yatağı bulduklarını açıkladılar ve hatta bu açıklamaya yılbaşından sonra altının çıkarılması için ihale açılacağını da eklediler.
Belki içimizden bazıları madenin çıkarılmasıyla birlikte adada yaz-kış kalabalık olacağını otel, pansiyon ve restoranlarının yılın on iki ayı iş yapacağından bu durumdan memnun olabilirler ancak fena halde yanılıyorlar.
Bu ada organik ada olarak tanıtılıyor ve de her geçen gün turizm kapasitesi yükseliyor. İyi tarım ve turizm çevreyi kirletmeyen ve de düzenli olarak bölgede yaşayanlara gelir sağlayan iki önemli sektör ve de bu iki sektör de adamızda muhteşem işler başarıyor.
Nefes aldığımız hava temizliğini koruyor, pek çok bölge çölleşirken biz ihtiyacımız olan yağışı alıyor ve de mükemmel meyve ve sebzeler yetiştiriyoruz. Toprağımız temiz kalıyor. Bugün biz ve daha sonra da gelecek nesiller adamızda sağlıklı ve mutlu yaşama olanağına sahip.
Peki ya ilerisi? Artık geleceğimiz büyük bir tehlike altında. Lütfen günlük kazançlar için geleceğimizi karartmayalım. Tüm gücümüzle adamızda bulunan altının siyanürle çıkarılmasına karşı duralım.
Bu anlattıklarımı yeterli bulmayanlar hemen şu soruyu sorabilir, neden karşı çıkalım? Dilim döndüğü, bilgim yettiğince açıklamaya çalışayım. Yaptığım araştırmalardan anladığım kadarıyla altın, kömür gibi damarlar halinde toprağın altında uzanmıyor.
Altın ağırlıklı olarak kayaların içinde gözle dahi görülemeyecek kadar küçük miktarlarda bulunuyor.
Eğer bir ton kayanın içinde bir gram altın varsa, o altının çıkarılmasına ekonomik olarak uygun gözüyle bakılıyor. Yani bir ton kayayı bulunduğu yerden çıkarıyorsunuz sonra onu çeşitli işlemlerden geçiriyorsunuz ve de bir gram altın elde ediyorsunuz.
Öncelikle tonlarca kayayı bulunduğu yerden çıkarıyor ve de bölgedeki coğrafi yapıyı altüst ediyorsunuz. Tepeleriniz yok oluyor, çevreniz tamamıyla değişiyor. Daha sonra çıkarılan bu bir tonluk kaya siyanür liçi denilen bir yönteme tabi tutuluyor ve de altın kayadan ayrılıyor, ardından da metale dönüştürülüyor. Çok basit bir hesapla 10 kilo altın elde edebilmek için 10.000 ton kayayı siyanür aracılığıyla eritmek gerekiyor. Varın bir kaç ton altın için kaç tepenin yok edileceğini de siz hesaplayın.
Elbette bu kayalar çıkarılmadan önce üzerindeki tonlarca tarım yapılabilecek verimli toprak da heba olacak. Bu kararı verenler acaba 35-40 santimetrelik tarım yapılabilecek verimli toprağın oluşumu için 20.000 yıl gerektiğinden haberdarlar mı?
Altın çıkarmak için tahrip edilen topraklarımız kaç bin ya da kaç milyon yılda eski haline gelecek?
Temiz su ve sağlıklı gıda dünyada altın değerinde kabul edilirken biz niçin altın elde etmek uğruna topraklarımızı, tarım ve hayvancılığımızı yok etmek zorunda bırakılıyoruz?
Niçin sağlığımızdan oluyoruz? Gencecik insanlar kanserden hayatını kaybettikten sonra tabutları altından yapılmış olsa kimin ne işine yarayacak. (NM/HK)
* İmza kampanyasına katılmak için tıklayın.