Gecenin karanlığında Kasımpaşa rotasında ilerlemekte zorlanıyor, rüzgâr ve akıntı durmadan kan kaybetmesine sebep oluyordu. Gelibolu yarımadasına yaklaşmaya çalışırken poyraz dalgalarını yandan almak, kış soğuğundan kapalı mekânlara sıkışıp kalmış yolcuların içini dışına çıkarmıştı.
Bu durumda kaptana yaşlı araba vapurunun pruvasını Saroz'a doğru çevirerek yolu ve süreyi uzatmaktan başka çare kalmıyordu; Kuzey Ege hırçın yüzünü tekrar göstermiş, bizlere keşke adada kalsaydık dedirtiyordu.
Oysa tam o aralar Tepeköy'ün Merkez Kilisesi soyuluyor, değeri tartışılabilir ikonaları birileri götürürken tahkikatta iki ihtimal üzerinde duruluyordu: ya köyün Rumları ikonaları yurtdışına kaçırabilmek için sahte bir soygun düzenlemişler ya da son günlerde Rumca adıyla Agridya'da barınan bir grup İstanbullu çapulculuğa soyunmuştu.
Söz konusu turistler, tarafımdan adaya sürüklenmiş eşim, annem, bir hanım arkadaşı ve kadınlı erkekli beş adet ahbabımdan oluşan nezih bir topluluktu.
Fakat İmroz'da yıllarca dört nala koşturulan paranoya bu defa hedefi tutturamamış, hırsızlığın meydana geldiği akşam Poseydon'un hiddetiyle boğuşmakta olduğumuz anlaşılınca aklanmıştık.
Birkaç sene sonra yine İstanbul'daki bir Rum okulunun tiyatro grubu Agridya'nın en geniş açık alanında bir piyes oynamaya gelmişti. Çoğunluğunu yaşlıların oluşturduğu seyirciler, elde tüfek meydanın etrafında nöbet tutan askerlerin korumasında seyrettiler oyunu.
Her geçen gün artan erozyonla köyün haşmetli tepesinden kopacak kayaların ahalinin üstüne yuvarlanması mı bekleniyordu?
Yoksa söz konusu alan mezarlığın tam önünde olduğundan, kısa bir süre önce vefat eden bakkalın karısı hortlar ve seyircileri ürkütür diye mi korkuluyordu?
Halbuki daha geçen kasımda Gökçeada Merkez Kasabasının Rum Mezarlığı talan edilerek bahsi geçen korkunun bazıları için geçerli olmadığı anlaşıldı, canlılara saygı zaten pek kalmamıştı.
Askeriyenin tatbikat yaptığı yıllarda doğal yaşam alanları tuz gölünde rahatsız olmadan ikamet etmeyi sürdürebilen flamingolar kayt-sörfçülerin bölgeyi arsızca parsellemesiyle artık komşunun Limni adasını tercih etmeye başladılar.
Bir de Yunanlıların uluslararası anlaşmalara aykırı olarak derin Mondros körfezinde yıllarca denizaltılarını konuşlandırdığı Limni'nin kıyılarına vuran cesetler var tabii. Çanakkale Boğazının akıntısı İmroz'u es geçerek direkt komşunun adasına vurduğu için her türlü çer çöp onların kıyısını şenlendirir.
Her ne kadar geçen eylül ayında bir gün içinde, aynı sahilde üç adet deniz kaplumbağası cesedi görmüş olsam da, adamız şanslı konumu ve Kuzey Egenin nispeten hafif deniz trafiği sayesinde tertemiz kıyılara sahip.
Son yıllarda dünya çapında petrol boru hatlarının olası güzergâhı olarak Trakya belirdiğinde yüreğim ağzıma geliyordu.
Oysa tasalanmama gerek kalmadığını imdadımıza İtalyanlar yetişince anladım: etki alanını her gün daha fazla genişleterek adeta uluslararası bir holding kıvamına ulaşan Cittaslow hareketi, geleneksel lezzetleri ve kültürü ayakta tutmak için adaya el atmak üzere. Adanın çalkantılı ve gürültülü geçmişi göz önünde bulundurulduğunda, şu anda gömüldüğü sessizlik bu tip atraksiyonlar için birebir.
Geçtiğimiz haftalarda Atina'daki Büyükelçiliğimizde Türkiye'den göç eden Rumlarla görüşen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu "GERİ DÖNÜN" demiş, zaten memleketin batık ekonomisi yüzünden kendiliğinden geri dönüşler başlamış bile. Eh bu durumda Lozan Antlaşmasında garantör devlet olmasına rağmen adadaki soydaşlarının haklarını umursamayan Yunanistan'a fiyaka çekmek için Gökçeada'nın adı tekrar değiştirilip İmroz olabilir; böylece Lozan yadigârı yaşlı adalıların da gönlü alınmış olur.
Ne de olsa Osmanlılar, hatta Türkiye Cumhuriyeti uzun yıllar boyunca adanın antik dönemlerden kalma adını muhafaza etmiş; Trakya'da Saroz, Rize'de Senoz, Antep'te Hasanoz gibi hâlâ kişiliğini yansıtan yer adları bir yana kolyoz, orfoz, vatoz, çağanoz, istakoz, iskarmoz, lomboz, takoz, koz, yoz, boz, marangoz, tüberküloz, amitoz, psikoz, nevroz, bornoz, salyangoz, maydanoz, zırtapoz, saloz, paçoz, yelloz, cavalacoz, andropoz gibi kelimeler fonetik olarak oz'un saltanatının kanıtı.
Lanetli Ada
Gecenin zifiri karanlığında hayaletimsi Dereköy'de her yer tangırdıyor. Terk edilmiş devasa köyün en ücra noktalarının birinde eşimle evden devşirme bir pansiyonda baş başa kalıyoruz; dönem ekimin ortaları, Cumhuriyet Bayramı yakın. Sokak lambaları zaten yok, üç beş dinozora hizmet edecek su şebekesi kazıları Rumca adıyla Skinudi'yi tam savaştan çıkmışa benzetiyor.
Rüzgâr deli gibi savuruyor yine, şömineyi yaktık ama eşim hem üşüyor, hem tedirgin. Yarı açık cezaevi kapanalı çok oldu ama hava hiç de tekin değil. Gıcırdayan karyolada birbirimize sokularak zar zor uykuya dalıyoruz.
Ertesi sabah rüzgâr kalmış ama gri bulutlar yangın gözetleme kulesine kadar inmiş, hava nemli, kötü haber tez ulaşıyor.
Eski Bademli denen Gliki köyünde bir ev yanmış, büyükanne bebeği kaptığı gibi fırlıyor, dört yaşındaki oğlan alevler tarafından yutuluyor. Her ne kadar yangını kalabalık bir genç erkek grubunun çıkardığı söylense de "aman" diyorum eşime "adanın laneti üzerimize çökmeden bir an önce ayrılalım".
Söz konusu lanetin üzerimizdeki etkileri bir yana, İmroz bir türlü iflah olmadı, 1923'ten itibaren başına gelmedik kalmadı: önce seçimle başa gelen Rum yöneticiler personae non gratae ilan edilerek mal varlıklarına el kondu, 1500 kişi adayı terk etti. 1925'te yine Lozan Sözleşmesine aykırı olarak kardeş ada Bozcaada'yla (Tenedos) özerklikleri feshedildi, azınlık dilinin eğitimi yasaklandı.
1942'de adaya Anadolu'dan getirilenlerle iskân çalışmaları ve manastırların mal varlıklarına el konma işlemi başlatıldı; durumu protesto eden üç cemaat lideri tutuklanıp Anadolu'ya sürüldü. 1964 tarih,1062 sayılı yasa ve ondan doğan gizli kararnamelerle İmroz'daki azınlık gayrımenkulleri millileştirildi (1960 yılında 25 milyon m² alana sahip Rumlar 1990 sonlarında 600 m²'ye sahiptiler).
Aynı tarihlerde Rum asıllı balıkçılara teknelerini kullanma yasağı kondu. 1964'te İmroz Metropoliti Anadolu'ya sürüldü; açık hava hapishanesi kurulup ağır ceza mahkûmları adaya getirildi ve eşzamanlı olarak jandarma garnizonu kuruldu.
Okullarda azınlık derslerinin tümü, eğitmenlerin Türkiye'de çalışması yasaklandı. 1966'da adanın en büyük ve verimli arazilerine devlet kooperatifinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere el kondu.
1967'nin sonlarına doğru İmroz'un 262 kutsal mekânından 248'i "tecavüze" uğrayarak amaçlarını yerine getiremez hale geldiler. Kastro köyünün kilisesi kundaklandı. Aynı köyde yaşayan Stelios Kavalieros 1973 yılında faili meçhul bir cinayete kurban gitti.
1974'te İmroz Belediye Başkanı ve 20 cemaat ferdi tutuklanıp Çanakkale'de hapse atıldı, merkezi Metropol kilisesi yakılarak mezarlık talan edildi; iki çocuk annesi Stilyani Zuni tecavüze uğradı. Kıbrıs olayları sırasında adada estirilen terör neticesinde İmrozluların çoğu vatanlarını terketti. Adanın dışına dünya çapındaki İmroz koyununun satışı kısıtlanarak et fiyatı düşürüldü, köylülerin ana gelir kaynağı kısırlaştırıldı.....
Yeni dönem
Fakat artık zaman değişti, bazı dogmalar aşıldı, milliyetçiliğin yerini hoşgörü aldı, çokültürlülük prim yaptı. Yine geçtiğimiz kış Büyükadadaki devasa ahşap yetimhane - birçok vakıf malına örnek oluşturması dileğiyle - Patrikhane'ye iade edildi.
Patrik Bartolomeos'un da Gökçeadalı olduğu düşünülürse darısı senin de başına İmroz derken, 12 sene önce Bademli'deki yangından kurtulan Rum bebeğin büyüyüp İstiklal Marşını okuma yarışmasında birinciliği ne şekilde kaptığı aklıma geliyor, bir de söz konusu yetimhanenin 21 nisan 1964'te bir günde kapatılacağı bildirilerek 163 yetim çocuğun gece polis zoruyla sokağa atılması ve buna rağmen 23 Nisan Bayramını kutlama törenlerinin resmigeçidinde yer almaları.... (RL/EÖ)
Vasilis Kiratzopulos'un Kayıt Olunmamış Soykırım - İstanbul Eylül 1955 adlı kitabından yararlanılmıştır, Pencere Yayınları Ekim 2009