Dünyanın birçok noktasında hapishane yangınları olduğunu, yüksek sayıda mahkumun öldüğünü sık sık duyarız ve belki de buna şaşırırız.
Fakat hapishane şartlarının ne kadar ağır, cezaevlerinin ne kadar kalabalık, mahkumlara reva görülen muamelenin ne kadar adaletten uzak olduğunu hatırlayınca kabahatin belki de adalet sisteminde ve genel olarak politik rejimde olduğunu düşünmemiz olası.
Üstelik yangın veya sonuçları benzer dinamiklerde sorumluluk sahibi kişi ve kurumların cezalandırılmadığını ve suçluların bir bedel ödemediğini duyunca insan işi öfkelenmeye kadar vardırabiliyor.
Şilili kadın sinemacı Francine Carbonell’in yönettiği Gök kızıl (The sky is red) başlıklı belgesel 8 Aralık 2010 yılında San Miguel cezaevinde vuku bulanları ayrıntısıyla irdeliyor. O gün ülkenin başkenti Santiago’daki hapishanede 81 mahkum parmaklıkların arkasına sıkışmış oldukları için ölmüştü; hadise hakkında video görüntüleri, ayrıntılı şahitlikler ve daha birçok delil olmasına rağmen müteakip davada suçlu bulunamamıştı!
Carbonell ve filme katkısı olanların tümü çok başarılı bir ekip çalışmasıyla farklı formattaki arşiv malzemesini harmanlayarak seyircinin her şeyden önce mahkumların ve yakınlarının duygu dünyasıyla bağlantı kurmasını sağlıyor; aynı zamanda adalet sistemini etkin bir biçimde afişe ediyor.
Bu sene 33. kez düzenlenen Amsterdam belgesel film festivali IDFA’da, hem gelecek vadeden sinemacıların katıldığı First Appearance, hem de arşiv malzemesini en iyi değerlendiren eserler klasmanlarında yarışan belgesel, 2020 Şili yapımı 73 dakikalık çarpıcı bir film.
“Yanıyoruz, kapıları açın…”
Korkunç olay çerçevesinde devlet temsilcilerinin manipülasyonuna, bu gibi durumlarda daima yürürlüğe konan sansür mekanizmalarına şahit oluyor ve insan haklarının bu trajik vakada fazlasıyla çiğnendiğine ikna ediliyoruz.
San Miguel hapishanesinde kapasitenin iki misli mahkum tutuluyor ve bunun büyük bir problem oluşturduğu yıllardan beri biliniyordu. Mahkumların vaziyeti günden güne kötüleşiyor ve devletin ilgili kurumlarının tümü, öngörülebilecek bir felakete davetiye çıkarır gibi herhangi bir tedbir almıyordu.
Anlaşıldığı kadarıyla mahkumlardan müteşekkil iki ayrı çetenin kavga etmesiyle başlayan olayların sonrasında alev alan koğuş cezaevinde tutulanların büyük bir kısmını tehdit etmeye başlamış; fakat gardiyanlar kendilerinden beklenen sorumlu güvenlik görevlisi profiline bir kez daha ihanet ettiklerinden müdahale etmekte epeyce gecikmişler. Hatta itinayla montajlanmış arşiv görüntülerinde yangın başladığında bir gardiyanı, kapıları açmadığı gibi mahkumlara, ölmelerini dilediğine dair bir el hareketi yaparken izliyoruz.
Alevler yükselirken mahkumlar: “Yanıyoruz, kapıları açın…yanıyoruz, kapıları açıııın…” diye yakarıyordu. Belgeseli izlerken şiddeti artan fakat bir türlü karşılık görmeyen bağırış ve çığlıkları duymak insanı derinden sarsıyor.
Yangının çıktığı gün ziyaret günü olduğundan takriben 5 bin mahkum yakını cezaevinin dışında sabahın erken saatlerinden itibaren beklemekteydi. Alacakaranlıkta onların da dışarıdan gardiyanlara kapıları açmaları için bağırdıklarını, ağladıklarını, yakardıklarını duyuyoruz. Fakat soğukluklarını koruyan acımasız gardiyanlar tepki göstermeyince kendilerini çaresiz hisseden mahkum yakınları güvenlikçilere yerlerden topladıkları taşları atmaya başlıyorlar.
Gittikçe büyüyen alevlerin kızıllığı ile güneş doğmadan koyuluğunu koruyan mavi göğün oluşturduğu kontrast, görüntülerin dramatik yoğunluğunu artırıyor, derin bir kasvet seyirciye sahip oluyor.
Esas problem cani gardiyanların itfaiye ekiplerine zamanında haber vermemiş olmaları. Bilhassa bu husustaki birçok detay seyirciyle paylaşıldığı için biz de oturduğumuz yerde hop oturuyor, hop kalkıyoruz ve öfkemize mukayyet olmakta zorlanıyoruz.
Zaten geç gelen itfaiyecilerin ve araçlarının alevlere bir an önce ulaşabilmesi için gardiyanlarca kendilerine destek yerine köstek olunduğuna dair bilgiler de ediniyoruz. Bu yüzden de ölen mahkumların sayısı daha da artıyor.
Sistem çoktan çürümüş
Korkunç olayın nasıl vuku bulduğuna dair birçok ayrıntıya aslında tekrar canlandırma ile de vakıf oluyoruz. Soruşturma sırasında yetkililerin eşliğinde gardiyanlarla yapılmış canlandırmalara genellikle ulaşmak zordur; her ne kadar geleneksel belgesellere göre çok daha acemice gerçekleştirilmiş olsa da yapaylıktan uzak canlandırma seansları olayı dehşetini tenimizde hissetmemize neden oluyor.
Sonuçta o karanlık sabahın kurbanlarının bazıları yanarak, bazıları sıkıştıkları yerden kaçamayarak dumandan boğulma suretiyle ölmüştür, arkalarında tamamıyla dağılmış aileler bırakarak…
Baştaki ifadesini sonradan değiştiren bazı gardiyanların devlet içindeki bazı karanlık güçlerce tehdit edilmiş olduğunu söylemeye gerek var mı bilmem!
Dokuz ay süren yargılanma ve üç yıl sürmüş soruşturmaya rağmen şüpheli görülen gardiyanlar salıverilmiş ve herhangi bir suçlu bulunamamış. Tamamıyla çürümüş sistemde adalet kesinlikle sağlanamamış.
Günümüzde büyük çaplı ve uzun soluklu protestolarla çalkalanan Şili’deki memnuniyetsizliğin temellerindeki vakalardan biri olarak San Miguel yangınını anmak abes olmaz sanırım.
Gök kızıl belgeseli aslında ajitasyona prim vermediğinden cezaevi yangınını belirli bir soğukkanlılıkla izlemenizi sağlıyor; filmin sonunda mevzu hakkında yeterince detaylı, tarafsız ve objektif bir bakış açısına sahip olduğunuza karar veriyorsunuz.
Mahkumların haklarından nasıl alıkonduğuna şahit olurken devletin çürümüşlüğünü ve beceriksizliklerini nasıl kamufle etmeye çalıştığını bir kez daha görüyorsunuz.
Seyirci, genç sinemacı Francine Carbonell’in ilk eseri olmasına rağmen böylesine dehşet verici bir vakayı ustalıkla işlemiş olduğuna ikna oluyor ve filmin insan hakları hususunda çekilmiş mühim belgeseller klasmanında yer alıp bilhassa burası dahil, gezegenin her köşesinde gösterilmesi gerektiğine dair hislerle doluyor. (MT/AS)