Gözler dikilmiş Ankara'ya, taslağı kamuoyuna da yansıyan anti-demokratik sendikalar kanunun yasalaşması bekleniyor. Bilmiyorum o Meclis'ten hala demokratik bir sendikal kanun çıkacağına inanan var mı? Benim hiç umudum yok.
Grev yasağını iş kollarına yayan, işkolu ve işyeri barajlarını sürdüren, uzun mahkeme süreçlerinin devam etmesi konusunda herhangi bir çözüm üretmeyen, bir sendikalar kanunundan ne beklenebilir? Bence beklentileri çok düşük tutmakta fayda var.
Son günlerde işçi işveren anlaşmazlıklarını çözüm makamı olan, Yüksek Hakemliğe "15'inde kız ya erde ya yerdedir" ve "fakirlik fikirsizliktir, fakirin aklı olsa fakir olmazdı" gibi "özlü" sözlere imza atan polis akademisi kökenli Remzi Fidan'ın atanması bile aslında yasa yapıcılardan umudun kesilmesi için son derece yeterli bir sebep. Her şeye rağmen hükümet, bin dereden su getirdikten sonra dosta düşmana karşı bir yasa çıkartacak ve oturup bu seferde "bu yasa olmamış" diye kaleme sarılacağız.
Aslında, yeni yasa yasalaşmadan diğerinin askıya alınması, örgütlenmesini tamamlayan işyerlerinde yetki sürecini başlatılmaması, yine toplu sözleşme sürecine girmiş işyerlerinde, toplu sözleşme sürecinin durdurulmasıyla fiili olarak sendikalaşma yasaklamış durumda. Pek çok sendika şu anda örgütlenme faaliyetlerini askıya almış durumda. Hükümet ve sendikalar karşılıklı bekleşiyorlar. İnsan düşünmeden edemiyor, böylesi bir durum mesela, Avrupa'nn bir ülkesinde olsa ne olurdu? Herhalde hükümetin koltuğu bayağı bir sallanır, sendikalar sokaklara dökülür, mevcut iktidar emekçi düşmanı ilan edilirdi. Ama burası, "ileri demokrasinin" hakim olduğu Türkiye, burada işler öyle bildiğimiz gibi mantık sınırları içerisinde ilerlemiyor.
Örgütlenme ötelenemez
Çıkarılacak olan anti-demokratik Sendikalar Kanunu, beklenedursun, örgütlenme sendikaların varlık sebebidir, hiçbir biçimde ötelenemez sorumluluklarından biridir. Bu noktada, sendikal hareketin alternatifler üretmesi gerekiyor. Hem kendilerini hem de örgütlenme pratiklerini, stratejilerini değişen toplum yapısı ve üretim sekline göre güncellemeleri, daha geniş bir yelpazede destekçi gruplarla çalışmayı, onları emek hareketine yaklaştırma yönünde kafa yorması gerekiyor. Yerel yasaları zorlayan, uluslararası anlaşmaları referans alan hem ulusal hem de uluslararası işbirliklerini zorlaması gerekiyor.
Örgütlenmenin tabana yayılan, doğal propagandacılarını yetiştiren, kolektif bir çalışma halinde yürütülmesi gerekiyor. Başta örgütlü işçiler olmak üzere, politik gruplardan, çevrecilere, kadın örgütlerine ve farklı alanlarda çalışma yapan sivil toplum kuruluşlarına kadar herkesi emek mücadelesine yaklaştıracak, kapsayacak, örgütlenme sürecinin destekçileri ve aktivistleri haline getirebilecek bir yöntem ortaya koymak zorunluluğu kaçınılmaz hale gelmiş durumda.
Bu saydığımız gruplar dışında tüketicileri örgütlenmek ve onları sürecinin bir parçası haline getirmek, gerektiğinde tepkiyi örgütleyebilmek, sermayenin can damarına basamak anlamına geliyor.
Tüketiciyi de örgütlemek
Sendikaların tüketiciler yönelik davranış değişikliği yaratacak çalışmaları desteklemesi, tüketicilerde hak ihalelerine karşı bilinç yaratılması ve sürecin toplumsallaşması acısından önemli bir adımdır.
Bu mümkün müdür? Elbette mümkün, ilk defa, 1998 yılında bir grup kadın, Hollanda Markası olan C&A'nın insanlık dışı koşullarında işçi çalıştırmasını deşifre etmek ve tüketici baskısı oluşturmak için çalışma başlattılar ve o günden bugüne , giderek genişleyen Temiz Giysi Kampanyası (TGK) çatısı altında dünyanın dört bir tarafında işçilerin hak alma ve örgütlenme mücadelelerini destekliyorlar. Tüketicileri de mücadelenin bir parçası haline getiren çalışmalar yaparak, onları emek mücadelenin partneri haline getiriliyor.
Bugüne kadar pek çok vakada uluslararası markaların imajlarını hedef alan çalışmalarla, işçilere yönelik ortaya çıkan hak ihlallerinde, markaların işçilerin haklarına saygı göstermesi konusunda çoğu zaman yerel yasaları aşan adımlar atılmasını sağladılar. Örneğin, Desa mücadelesi sırasında, işe iade davalarını kazanan işçileri geri almak istemeyen işveren, mahkemenin öngördüğü sendikal tazminat ve alacaklarını ödeyerek, işçilerden kurtulmayı denedi.
Bu tutum yerel hukuka uygun, ancak uluslararası hükümlere aykırı bir uygulamaydı. Bunun üzerine, ITGLWF (Uluslararası Tekstil, Giyim ve Deri İşçileri Federasyonu) ve Temiz Giysi Kampanyası'nın yürüttüğü kampanyanın baskısıyla tazminatını ödediği bir işçiyi işe geri almak zorunda kaldı. Böylece yerel hukuku aşan bir çalışmaya imza atılmış oldu. Diğer taraftan, markalar üzerine yapılan çalışmalar sonucunda, tedarik zincirinin herhangi bir noktasında herhangi bir ülkede ortaya çıkan anlaşmazlıklarda, en tepedeki uluslararası markanın çalışan işçilerin sorumluluğu alır hale getirilmesi tüketici baskısının markalar üzerindeki etkisini gösteriyor. Bunun da ulusal hukukta yeri yok.
Küreselleşme sürecinin bekli de emek hareketi açısından tek olumlu sonucu, teknolojinin vazgeçilmez bir araç olarak hayatımıza girmiş olmasıdır. Bu da bizlere, dünyanın bir ucundaki işçilerin yaşadığı hak ihlallerine karşı hareket etme uluslararası dayanışma sergileme gücü veriyor. Elbette, sermayenin ve iktidarın gerek medya, gerekse maddi gücü emek hareketinde yok. -Öyle olsalar iktidar olurdu- Ancak, hala dünyanın bir ucunda, ya da başucumuzda emek hareketine destek ve katkı sunacak çok sayıda gönüllü mevcut. Yeter ki, sendikalar bu potansiyeli nasıl mücadelelerine eklemleyebileceklerini düşünmeye başlasınlar. Belki, böylece yasa yapılmasını bekleyen değil de, yasa yaptıran emek hareketine giden yolda adım atmış oluruz. (NG/HK)