Engin Erkiner'in yazısının ilk bölümünü okumak için tıklayın.
Almanya'da çok kişinin kafasını kurcalayan ama bir türlü açıkça sorulamayan bu soru, Thilo Sarrazin'in "Almanya Kendini Yok Ediyor" kitabıyla ilgili tartışmalar vesilesiyle ortaya çıktı.
Sarrazin'in kitabı şu anda 700 bin satışa ulaşmış durumda. Kamuoyu araştırmalarına göre nüfusun yaklaşık yüzde 15'i kitaptaki tezleri doğru buluyor, yine bu kadarı hepsini reddediyor. Geriye kalan büyük kesim ise Sarrazin'in görüşlerini kısmen onaylıyor.
Sarrazin, istifa etmeden önce Almanya Merkez Bankası Yönetim Kurulu'ndaydı. Aynı zamanda SPD üyesi. Kitabında "Yahudi geni" gibi ırkçı görüşler de bulunmakla birlikte, kendisi tipik bir ırkçı olarak görülemez.
Sarrazin'in sorunu genel olarak göçmenlerle değil, Müslüman göçmenlerle... Örneğin Vietnamlı göçmenleri Alman toplumuna çabuk uyum sağladıkları için övüyor. İkinci kuşakta Vietnamlı artık Alman olmuştur. Adı başka türlü olabilir, dini farklı olabilir, dış görünümü değişik olabilir. Bunlar sorun değildir. İyi Almanca bilmektedir, iyi bir eğitim görmüştür ve içinde yaşadığı toplumun yaşam tarzını kabul etmiştir.
Müslüman göçmenlerde ise (Türkler, Kürtler ve Araplar) böyle bir gelişme söz konusu değildir. Bireysel başarılar bulunmakla birlikte bunların oranı azdır. Büyük çoğunluk üçüncü kuşakta bile Alman toplumuna büyük oranda yabancıdır. Gençlerin eğitim düzeyi felaket denecek kadar kötüdür. Türkiye kökenli ama Almanya doğumlu gençlerin önemli bir bölümü ilk ya da ortaokul mezunudur. Hiçbir meslekleri yoktur.
Sarrazin Müslüman göçmenlere dikkat çekerken "bunların Almanya'yı aptallaştırdıkları" gibi anlamsız bir görüş de savunuyor.
Bu görüş taraftar bulamadı, ama, Sarrazin, kamuoyunu rahatsız eden bir konu hakkında açıkça konuştuğu için takdir edildi.
Takdiri bununla sınırlı kaldı. Sorun var, büyük bir sorun var ve nihayet birisi -yanlışlarla dolu da olsa- açıkça konuşabildi.
Bu insanları ne yapacağız?
Soruyu daha somut sorarsak: Almanya Müslüman göçmenlerle ne yapacak?
Eskiden olsa, "sınır dışı edelim" denilirdi. Bu görüşten vazgeçilmiş değil, ama Müslüman nüfusun büyük bölümünün sınır dışı edilmesinin mümkün olmadığı da anlaşılmış durumda. O zaman bu insanları Almanlaştırmak gerekir, ama nasıl?
Almanlaştırma denildiğinde Hasan adının Hans'a çevrilmesini, Müslümanın Hıristiyan olmasını anlamamak gerekir. Sorun Almanya yasalarının kabulünden ibaret de değildir. Hiç kimse zaten "bu ülkenin yasalarını kabul etmiyorum" demiyor. Sorun, Almanya'daki hayat tarzına uyum sağlamaktır.
Müslümanların bu alanda en fazla zorlandıkları konu, kadın-erkek eşitliğinin günlük hayatta uygulanmasıdır. Kadının bağımsız kişiliğe sahip olması, kendi yolunu çizebilmesi, anne-baba ya da erkek kardeşi dinlemek zorunda olmaması... Namus cinayetleri, zorla evlendirmeler, akraba evlilikleri, kadınlar üzerindeki değişik baskılar; bunların hepsi aynı zorlanmanın uzantılarıdır.
Almanya, göçmenleri Almanlaştırmak için uzun ince bir yola girmiş durumda ve burada ne kadar ilerler, bilinmez.
Öncelikle bu sorunun bugüne kadar ihmal edildiğini, çok kültürlülük gibi genel geçer kavramlara fazla inanıldığını kabul ettiler. Ardından, iyi Almanca bilmenin olmazsa olmaz bir koşul olduğunu tekrarlarken, kötü Almancanın kökeninin nerede yattığını da buldular: sorun, ilkokul öncesi eğitimdedir. İlkokula Almanca bilmeden başlayanın iyi eğitim şansı zaten yoktur. Sonra bir de baktılar ki, kreşler, gelen çocuğun ailede Almanca öğrendiğini varsayarak işe başlıyor. Kreşlerde göçmen kökenli öğretmenler yok gibi bir şey...
Eğitimde, dil öğrenmede durumun düzeltilmesi zaman alır. Çözüm için şimdi başlarsanız ancak on yıl sonra ilk sonuçları alırsınız. Almanya, bu nedenle, kısa vadeli önlemlere de yöneldi.
Bunların başta geleni, İslam üzerine spekülasyon yapılmasını, İslam'ın düşman gibi gösterilmesini reddetmektir. Hükümet ve Naziler dışındaki partiler Sarrazin'in tezleriyle aralarına açık bir sınır çizdiler.
Aynı kapsamda Hollanda, Fransa ve Danimarka gibi ülkelerde giderek resmi politika haline gelmeye başlayan İslam karşıtlığıyla da ortak yanları olmadığını ilan ettiler.
Cumhurbaşkanı Wullf, birleşik Almanya'nın 20. yılıyla ilgili yaptığı konuşmada, "Sadece Hıristiyanlık ve Musevilik değil, İslam da Almanya'ya aittir" dedi.
Değişik kentlerde peş peşe yapılan camileri sadece Naziler protesto ediyor. Hıristiyan Demokratlar bile camilerin bodrum katlarından ve bina avlularından kurtulmasını, toplumsal alanlarda kendilerini göstermesini istiyor.
"Ortaya çık, bizimle yoğun temasa geç, biz seni şekillendiririz!"
Bu anlayış, tahmin edilebileceği gibi, Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet politikasıyla kaçınılmaz olarak çatışacaktır. İlk çatışma imamların eğitimi konusunda başladı. Almanya, Türkiye'den gönderilen milliyetçi imamlar -deyim Alman bakana aittir- değil, bu ülkede yetişmiş imamlar istiyor. Bu amaçla İslam eğitimi veren fakülteleri genişletiyor.
Bu gelişmeler Almanya'da "seçmece göçmen" anlayışının daha fazla somuta bürünmesi anlamına geliyor. Artık iyice anlaşıldı ki, "göçmen", "İslam" gibi belirlemeler fazlasıyla geneldir. "Hangi göçmen" ve "hangi İslam" oldukları önemlidir. Kendi göçmenini ve kendi İslamını oluşturmaya çalışmak söz konusudur.
Bu, uzun ince bir yoldur ve süreç içinde hangi aşamalardan geçeceği de belli değildir. Belli olan, Avrupa'da göçmenlere ve İslam'a karşı "yumuşak" ülkelerden birisi durumuna gelen Almanya'nın kendi yöntemleriyle sorunu çözmeye yönelmesidir.
Bunun ilk adımı, "göçmeni ve İslamı önce kabul et", "kendi anlayışını uygulamak istiyorsan önce onlarla zıtlaşma" olarak belirtilebilir.
Hükümet politikası olarak bu uygulamaya SPD ve Yeşiller'in değil de Hıristiyan Demokratlar'ın (CDU) girmiş olması da ayrıca manidardır.
Türkiye kökenli Alman vatandaşları arasında yüzde 10 kadar olan CDU'yu destekleme oranı giderek yükselirse şaşırmamak gerekir. (EE/TK)