Gıda güvenliğini sağlamaya yönelik çalışmalar hukuki mevzuatını iyi oluşturmuş ve iyi organize olmuş bir kamu sistemi gerektirir.
Gıda güvenliği özetle gıda kaynaklı hastalıklara neden olan biyolojik, fiziksel ve kimyasal etkenleri bertaraf edecek ya da önleyecek şekilde gıdaların işlenmesi, hazırlanması, depolanması ve son tüketiciye sunulması sürecinde yapılması gereken işlemleri tanımlayan bilimsel bir yaklaşımdır. Güvenli gıda ise her türlü bozulma ve bulaşmaya yol açan etkenden arındırılmış, sağlık açısından bir sorun oluşturmayan bir gıda olarak tanımlanabilir.
Gıdalardaki biyolojik etkenler arasında hastalık yapan mikroorganizmalar ve parazitler en başta gelir. Gıdanın doğal yapısında bulunmayan taş, cam ve metal parçacıkları gibi etkenler fiziksel etkenleri oluşturur. Kimyasal etkenler ise pestisitler, ağır metaller, dioksin ve PCB’ler gibi toksik etkili, sayısı binlerce olarak ifade edilebilecek kimyasal maddelerdir. Gıdalarda çeşitli amaçlar için kullanılmasına izin verilen gıda katkı maddelerinin mevzuatça izin verilen miktarın üzerinde kullanılmaları da sorun yaratan kimyasal etkenler kategorisinde değerlendirilir.
Değişen gıda güvenliği anlayışı
Dünya genelindeki gıda güvenliği anlayışı 1990’lı yılların ortalarına kadar büyük ölçüde son ürün kontrolü esasına dayanmaktaydı. Yani tüketime sunulmuş gıda maddelerinin bir sorun oluşturup oluşturmadığını belirleme ve eğer bir sorun varsa ilgili gıdayı tüketimden çekme ve gereken yasal takibatı yapma esasına dayanıyordu. Ancak bu yaklaşım bir sorun tespit edildiğinde geriye dönük düzeltme yapma imkânı tanımaz; yani elde mevcut tek çare sorunlu gıdayı tüketimden çekmek ve imha etmektir.
Kolayca fark edileceği üzere bu bir israftır. Dahası, tüketim aşamasına gelmiş bir gıda maddesinde sorun tespiti yapmanın ve o gıdayı imha etmenin akıllıca bir tarafı da yoktur. Daha doğru bir yaklaşım bir gıda maddesinde son üründe sorun yaratacak bütün etkenlerin üretim tüketim zinciri içinde bertaraf edilmesini sağlayacak önlemleri geliştirmek ve uygulamaya koyabilmektir. Bu önleyici-koruyucu yaklaşımın şu an geçerli gıda güvenliği anlayışımızın özünü oluşturduğu söylenebilir. Ancak amaçlanan hedeflere ne kadar ulaşılabildiği konusu epeyce tartışmalıdır ve tartışmaların odak noktasında da kimyasal etkenler yer alır.
Bir gıda maddesinde bulunan bir kimyasal maddenin sağlığa zarar verdiğinin belirlenmesi durumunda doğal olarak o kimyasal maddenin gıdalara bulaşmasının engellenmesi, eğer tarımsal üretimde ya da gıda imalatında kullanılan bir kimyasalsa kullanılmasının sonlandırılmasını ya da yasaklanmasını beklemek akla uygundur.
Ama akla uygun kararların alınması ve uygulamaya konması o kadar kolay değil. İşin aslına bakılırsa akla en uygun davranış bir kimyasal maddenin sağlık zararına yol açıp açmadığını belirledikten sonra kullanılmasına izin vermek olurdu. Ancak uygulamada tam aksi gözlenmektedir. Bir kimyasal madde önce kullanıma girmekte sağlık zararları ise açığa çıktıktan sonra önlem alınmakta; çoğu kez önlem almakta da çok geç kalınmaktadır. Bu konuya verilebilecek güncel örneklerden biri glifosattır.
Glifosat davası
Glifosat tarımsal üretimde ot öldürücü olarak kullanılan bir zehirli kimyasal madde. Uluslararası Kanser Ajansı (IARC) 2015 yılında yaptığı bir açıklama ile glifosatı muhtemel kanserojen olarak nitelemişti.
Dünya genelinde son 20 yıl içinde kullanım miktarı aşırı artan glifosatın gıdalarda bıraktığı kalıntı ciddi bir tartışma doğurmuş ve insanların glifosata ne düzeyde maruz kaldığını belirlemeye yönelik çeşitli çalışmalar gerçekleştirilmişti. Glifosat sular için de önem arz eden bir kimyasal kirletici olarak niteleniyor.
Birkaç gün önce Amerika Birleşik Devletleri Kaliforniya eyaletinin San Francisco Yüksek Mahkemesi Dewayne Johnson’ın Monsanto (Bayer) firmasına karşı açtığı davada onu haklı bularak firmayı 289.2 milyon ABD doları tazminat ödemeye mahkum etti. Bir park bahçe görevlisi olan Johnson çalışma hayatında glifosata maruz kaldığı için kanser olduğunu iddia ederek glifosat üreticisi Monsanta (Bayer) firmasına karşı dava açmıştı. Davada alınan karar glifosatın zararlarının hukuken tanınması ve benzeri pek çok dava için bir emsal oluşturması nedeniyle çok önemli. Bu kararın glifosat kullanılmasını sınırlama ya da yasaklama çalışmalarına destek sağlayacağı beklenebilir.
Ülkemizdeki durum
Peki ülkemizdeki durum nedir? Glifosat ülkemiz tarımında ne kadar kullanılıyor? Gıdalarda kalıntı bırakıyor mu? Sulara bulaşıyor mu?
Bu önemli soruların yanıtı yok ne yazık ki.
Ne kadar glifosat kullanılıyor bilmiyoruz. Glifosat kullanımı bundan 15-20 yıl önce 200-300 ton civarındaydı; şimdi en az 5 ya da 6 bin ton seviyesinde olduğunu tahmin ediyorum. En son 2013 yılı verisi var elimde ve o yıl ülke genelinde kullanılan glifosat miktarı 4500 ton.
Tarım ve Ormancılık Bakanlığı 2014 yılına kadar hangi toksik kimyasalın hangi ilde ne düzeyde kullanıldığı bilgisini açıklıyordu; daha doğrusu bu konuda tutulan kayıtlara erişmek mümkündü. Ama artık bu bilgiler gizli. Herhangi bir erişime açık değil. Dolayısıyla ülkemize ithal edilen glifosat miktarı nedir? Hangi ilde ne düzeyde glifosat kullanılıyor bilmek mümkün değil.
Glifosat gıdalara ve sulara bulaşıyor mu onu da bilemiyoruz. Tarım Bakanlığı gıdalarda glifosat kalıntısını araştırmıyor. Sağlık Bakanlığı da sularda glifosat kalıntılarını araştırmıyor. Yüzümüzü nereye çevirsek çöken bir ülke fotoğrafı var karşımızda. Oysa sorunları tespit etmek ve önleyici-koruyucu yaklaşımları geliştirebilmek ve kamu adına iş gören kurumların işlerini iyi yapıp yapmadıklarını denetleyebilmek için bu bilgilere ihtiyaç var. Artık bir kamudan, kamu idaresinden söz edebilir miyiz, o da başka bir tartışma elbette.
Sadece glifosat üzerinden giderek bile mevcut devlet organizasyonunun zaaflarını, halk ve çevre sağlığını koruma çalışmalarındaki berbat hallerini; kamu idaresinin nasıl darmadağın edildiğini görmek ya da gösterebilmek olanaklı. Bu tip konular eskiden de problemliydi ama bu düzeyde bir başıboşluk ve çökme olmamıştı.
Umutsuzluk saçmak istemem. Çünkü ekonomik krizden, ekolojik yıkıma, halk sağlığını koruma çalışmalarından, kamu kurumlarının yeniden organize edilmesine değin pek çok sorunun çözümleri olduğunu düşünüyorum. Halk ve doğa sağlığı dikkate alarak gıda güvenliği ve güvencesi sağlanabilir örneğin. Elde mevcut bilgi birikimi yeterlidir. Olmayan şey bilgi değil siyasal irade. İşbaşındaki siyasal iktidarın nasıl bir yıkıma yol açtığı ve açıyor olduğu kadar aşikâr olan bir başka şey de ülkede mevcut muhalefetin sorunları teşhis etme ve çözüm önerileri ortaya koyma konusundaki felç olmuş halleri. Muhalefet partilerinde bu düzeyde bir siyasal irade yoksunluğu da hiç gözlenmemişti. Umut yaratması beklenen siyasal oluşumlar umutsuzluk saçıyor.
Siyasal partiler, sendikalar ve meslek örgütleri üzerinden giden siyaset yapma pratiklerinin işlevini yitirdiğini düşünmek ve yüz yüze olduğumuz sorunlara başka oluşumlar üzerinden çözüm yolları aramak ya da elde mevcut bu oluşumları şiddetle silkelemek gerekiyor belki de. Bir toplum olarak bir arada durma vasfımız ne kadar aşındırılmış olursa olsun içinde yaşadığımız coğrafyadan buharlaşıp gitmeyeceğimize göre “ne yapacağız ve ne yapmalıyız” sorularına yanıtlar üretmekten vazgeçmemek gerekiyor. (BŞ/HK)