Senelerce, senelerce değil de 10 üzeri (-) 34 saniye evveldi. Karanlıktı, çok karanlık. Karanlık anlamlı bir sözcük değildi. Karşıtı olacak “ışık” henüz yoktu. Tam o anda çok dramatik bir şey oldu. Bir şey patladı. Neyin içinde patladı, o patlamadan önce ne vardı ya da yoktu bilemiyoruz (NASA’ya göre içine doğduğu bir uzay da yoktu. O da Büyük Patlama ile doğdu) ama ilk anda yokluktan bir golf topu büyüklüğüne erişti ve hala büyümeye ve genişlemeye devam ediyor.
Patlamadan bir saniye sonra, elektronlar, protonlar, nötronlar, anti elektronlar, fotonlar ve nötrinolar oluştu. İlk üç dakika içinde sıcaklık 10 üzeri 32 Kelvin’den 10 üzeri 9 Kelvin’e düştü ve ilk nükleo-sentez gerçekleşti, hidrojen, helyum ve lityum gibi “hafif” elementler oluştu. İlk 380 milyar yıl ışık bile halâ yoktu. Opak sıcak bir çorba fokurdayıp duruyordu. 400 milyar yıl sonra ilk ışıma başladı.
Evrenin yaşı, artı eksi 130 milyon yıllık bir hata payı ile 13.8 milyar yıl olarak tahmin ediliyor. Güneş sistemimiz daha genç. 7 milyar yaş civarında. Dünyamız daha da genç olmalı. Sümerlere göre Marduk Tiamat’a çarpıp ayı koparttıktan sonradır belki de dünyamızın bu yörüngede bu hızla dönmesi.
İnsan soyunun kendisini bildiği günden beri, en büyük merakı, nereden geldiği, evrenin ve kendisinin ve tüm canlıların nasıl oluştuğu üzerinedir. Çin’den Hint’e, İnka’dan Maya’ya, Sümer’den Kadim Mısır’a, oradan eski Yunan’a dek genel çizgileriyle birbiriyle benzeşen pek çok Yaradılış Efsanesi var.
Tüm bu efsaneler de tıpkı “Büyük Patlama Kuramı”nda olduğu gibi yerlerin ve göklerin ve zamanın olmadığı bir zaman öncesi dönemden söz ederler. Göksel olayların dünyanın ve insanın kaderini oluşturduğunu söylerler.
Tüm yaşamımızı belirleyen 365 gün 6 saatlik bir eliptik yörüngede 23 derece 27 dakikalık bir eğimle güneşe kulluğumuz sürüp gidiyor. Mevlana da öyle söylüyor:
“Madem ki güneşe kulum ben / Güneşten söz açmalıyım size / Madem ki gece değilim / Madem ki karanlıklara tapmıyorum / Düşten söz açmak nafile”
Tüm alışkanlıklarımızı, yaşam biçimimizi şekillendiren gündüz ve gecenin farklı zamanları ve mevsimler doğumdan ölüme her anımızı etkiliyor ve biçimlendiriyor.
Düşünce sistemimizi, duygularımızı ve inançlarımızı şekillendiriyor. Evrile evrile “ne yerde ne gökte olmayan ama her yerde varolan “omnipotent” (her şeye kâdir) bir Tanrı’nın dünya üzerindeki temsilcileri, din sahipleri, onun adına hayatlarımızı biçimlendirmeye uğraşıp duruyorlar.
“Zaten çok az kaldığımız, şu ölümlü yaşanası dünya”da bu turda hiç de iyi şeyler yaşamadık. Tek sığınağımız olan şu küçücük gezegeni, evimiz Dünya’yı yaşanamaz hale getirmek için elimizden geleni yaptık. Artık bitmeye yüz tutmuş hidro-karbon yakıtların son damlalarını sömürme kavgasında milyonlarca insanı yerinden ettik. Sonra o insanlardan korkup çekinmeye, onları horlamaya ve aşağılamaya başladık.
Eleştirel aklımızı ve vicdanımızı bırakıp tek tip “itaat cübbesi” giymemiz istendi. Toplumda zaten var olan fay kırıklarını onarmak yerine daha da derinleştiren egemenlerle cebelleşiyoruz. Yazılamayan ve anlatılamayan acılar ve derinleşen haksızlığa uğramışlık duyguları bir derin hınç üretiyor artık.
Ağırlaşan hayat koşullarında giderek fakirleşmenin, işsizliğin, keyfi mülksüzleştirmenin, temel hak ve özgürlüklerden mahrum edilmenin yüzlerce örneğini yaşadık ve gördük.
Kişi tapıncının eski örneklerini söküp yerine yenilerini dikme çabalarını ibret ve hayretle izlemekteyiz. Kıt kaynakların paylaşım sürecinde palazlanan yeni zengin sınıfların ve onlardan artanlarla çöplenen yancıların katı itaat ve bağlılıklarına inanmaz gözlerle bakıyoruz. Bunu sağlayan mekanizmaları, bu sürecin nasıl bir ideolojik seferberlikle desteklendiğini görmek, anlamak ve etkili itiraz etmek zorundayız. Bunun nasıl olacağını biliyoruz aslında.
Analiz konusunda çok iyiyiz ama sentez, ortak çözüm ve eylem planı üretmekte kısa kalıyoruz. İnsanların akıllarına erişmek için sevgi ve güvenlerini kazanmak ve vicdanlarına dokunmak gerektiğini unutuyoruz.
Aralık ayının son gecesi yelkovan bir tık daha atlayıp yeni yıla döndüğünde “Oh” mu diyeceğiz? “Git be artık 2016” diye bunca söylendik. Peki, 2017’yi daha farklı kılacak bizden başka kim var ki?
Bu yangın, bu ölüm, bu haksızlık, bu zulüm, bu düşmanlıklar bitsin, barış ve güvenlik dolu bir toplumda yaşayalım istiyorsak, sorgulamaya kendimizden başlamalıyız diye düşünüyorum.
Yoksa, yaşlı dünya turlarını atıp duracak boş yere. Ya da başka bir deyişle, biz ıskalamış olacağız zamanı. “Kayıp zamanın peşinde” olmak mı, “dur” mu demek zamana, ya da bir karınca gibi işlemek mi her anı?
Belki de Hamlet gibi akıl yormalı:
Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter! demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü!
Çünkü o ölüm uykularında,
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir uzun yaşamayı cehennem eden.
Kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,
Sevgisinin kepaze edilmesine,
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine.
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek.
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa,
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanı?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden,
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar. (Sabahattin Eyüboğlu çevirisi)
Bir düşüncenin sesini ve etkisini bunca yılın ötesine taşıyabilmesi ne kadar değerli. Yoksa ben mi abartıyorum? Bir küçük kentli okumuşun abuklaması mıdır bu? Hamlet’in çözümlemesinde ne kadar gerçeklik var?
Bir umut? Umut yok mu insanda?
Git be artık 2016! (AE/AS)