Yazılı olmayan ancak dilden dile hikâyelerin anlatıldığı kırılgan zamanlardayız. Yaşamın kendi devinimindeki yolculuklar, hafızamızın dehlizlerinde bazen bir anıya dönüşürken, bazen de hüzün kokan bir mektup olarak karşımıza çıkıyor. Günlük telaşların arasında derin bir iç çekiş, hatırlamanın yükü karşısında bizi değişik duygulara sürüklüyor.
Hafıza ilginçtir; ne zaman nerede açığa çıkacağı bilinmez. Anılar denizi geniştir. İnsanların hikâyesini yazmak —hele de kenarında köşesinde yer almışsan o hayatın— bilme eylemi açısından bir yandan entelektüel bir sorumluluk oluşturur.
Bu bazen yazanı kendi sözcüklerinin karşısında bir septiğe dönüştürebilir. Gerçeğin yalın hâli, yazan özne için Ahmet Arif’in deyimiyle “namus işçisi, yani yürek işçisi” olmak dışında bir seçenek bırakmaz.
Zihnimiz bizi 1980 öncesi memleketin herhangi bir yerine götürebilir ama gelin, öyküyü bildiğimiz yerden başlatalım. Günlerce yolların kar ile kapandığı, Orhan Pamuk’un Kar romanında bahsettiği Kars’a gidelim. Yol bizi, Kars’ın 1925’lerde “Şark Islahat Planı”ndan payını alan ve sürgünlerin de yaşandığı Hasköy’e götürsün.
80 Eylül darbesinden paylarına düşeni yaşayan ve tüm o zorluğa karşı heybelerinden çıkardıkları direngenlikleri ile bedeller ödemiş olanların öyküsü bu. Burada bazı yerleri değiştirip Kürt illerinden herhangi bir yeri koyabiliriz; değişen sadece isimler olacaktır diye düşünüyorum.
Gözümüzü kapattığımızda bir an canlanan resimde ilk göze çarpan, kırlarda özgürce koşan atlar sanki. Siyah beyaz, gürbüz atların yanı sıra, nazlı bir tayın da yer aldığı at sürüsünün birbirine karışan sesleri arasında yaşam akıyor. Havada envaiçeşit çiçeğin kokusu, yalınayak koşan çocukların gülüşü bu küçük köyün çayırlarında ilkbahar ayını güzelleştiriyor. Okulun kapanma saati ve neşeli çocuklar; üstleri başları gururlu olmanın yoksulluğu ile daracık köy yolunda evlerine dönüyor.
Biraz geride ise iki kız çocuğu yüzlerinde sevinçli bir telaşla bir şeyler konuşuyorlar. Daha küçük olanın siyah, uzun saçları itinayla taranmış ve kara iri göz bebeklerinde yansıyan parıltı, umuda dair bir şeyler taşıyor. Geride duran, kıvırcık saçlı olanın yüzündeki çillerin ona kattığı sevimlilik bir yana; üstünde birkaç yamanın olduğu çantasıyla kardeşini izliyor. Sanki tüm hayat yolculukları böyle birlikte devam edecekmiş gibi daha bu yaşta biliyorlar bir arada olmanın kaçınılmazlığını.
Çıyak çıyak seslerle gelen ve bir sürüyü andıran kazların ürkütücü gagalarından küçük kız ürküyor ve bir adım geriye gittiğinde ablasının elini omzunda buluyor, rahatlıyor.
Kerpiç ve taştan yapılmış toprak damlı evlere yansıyan nazlı akşam güneşinin batışıyla dönen hayvan sürülerinin tozlu bulutları Hoçvan’ı sarıyor. Bir çeşme başında duraklıyorlar, belli ki susamışlar — tüm gün dağların eteklerindeki çayırları dolaşıp durmuşlar. İneklerin ve insanların yan yana su içtiği yerden bir serçe havalanıyor gökyüzüne. Doğa, romantik yazarlara nazire yapar gibi tüm pastoral hâlesini sahaya dökmüş sanırsın.
Kızlar aheste aheste eve doğru yürümeye devam ediyorlar. Ellerinde kenarları yırtılmış defterler ve defalarca ciltlenmiş, eskiyen kitaplarla…
Geleceğe dair güzel anılar kurarak belki de. Belki de öyle düşünmek istiyorum. Geç kalmış olmanın telaşıyla, bir an kızların yüzüne yansıyan o tedirgin hâl ve yana kaymış saçlarıyla bir resim geliyor gözlerimin önüne. Kıvırcık saçlının ve diğerinin nazlı nazlı salınan saçları, köyün girişindeki çayırlarda ılık bir meltemde sallanan otları taklit ediyor sanki. Bir hengâme ile yüzlerini kapatan saçlarını düzeltiyorlar.
Geçtikleri yolda yarısı dökülmüş bir pencereden bir Kürtçe parça duyuluyor. Söyleyen içli bir şekilde, sanki tüm hasretini sesinin ahengine yerleştirmiş gibi “Way Malino”yu söylüyor. Uzaklarda, sınırın diğer tarafında Erivan radyosundan olmalı, o hüzünlü dengbêjin sesi. Ses tüm yol boyunca takip ediyor onları, tahta kapılarının eşiğine kadar geliyor.
Yola çıkma zamanı.
Darbeden 4 yıl sonra, “devletin şiddet dili” karşısında paylarına düşeni alıp heybede biriken öfke cümleleri ile yeni bir yolculuğa başlama zamanı. İki torbaya sığmış birkaç elbise ve otobüs bagajına tıkıştırılmış öte beri ile bir cumartesi sabahı yola çıkılıyor. Yeni bir hikâye yazma ümidi ile düşülen yol, uzaklaşılan ve küçülen o küçük Serhat köyünden bu kez İstanbul’da hayat mücadelesinin durağına çıkarıyor onları.
İki bohça ve sekiz kişinin yorgunluğu ile başlanan yeni hikâye, kendi içinde inişli çıkışlı anılar barındırsa da 90’larda ülkede yoğunlaşan şiddeti ve onun karşısındaki direnci sürekli yanlarında hissetmelerine engel değildi.
Ama kızlar, derme çatma gecekonduların arasından çamur içinde yürünen okul yolunda gene de geleceğe dair güzel türküler okuyorlar. Şarkılarındaki sevda sözlerinin yanı sıra özgürlük umudu ve ezilmişliğe, ötelenmişliğe dair öfkeli kelimeler de art arda geliyor.
Oysa hayat, büyüdüğünde ne kolaylaşıyor ne de masal diyarındaki gibi sihirle her şey çözülüyor. Yaralı bir coğrafyanın çığlığında, büyük ideallerin düşlerini görmek ve içten içe kendini ona ait hissetmenin büyüyen huzursuzluğu… Önce siyah ve kocaman gözbebekleri olan yola çıkıyor. Ve bir daha dönüp dönmeyeceğini bilmeden.
Bir sabah kahvaltısında, “dostuna yarasını gösterir gibi” huzursuzluğunu gösterip o dönemin ateşe koşan pervanelerine koşuyor.
Yoksul gecekondu yaşamlarının telaşlarına bir de ateş böceklerinin hikâyeleri ekleniyor gün be gün. Şimdi düşünüyorum da; aslında 90’ların çocukları hep telaşlı, hep geç kalmış gibi bir gözleri dışarıda değil miydi? O yaşlarda omuzlarına yüklenenler haksızlık ama gerçek bu sanki.
Dedelerinin yapamadıkları bu genç bedenlerin sırtında şimdi. Üzüntü, bitmeyen yaslar… Yine de biraz da gururla hikâyeler anlatılır, bir hoşçakal mektubu bile bırakmayan gidenlerin ardından. Munzur’un akan deli çayı artık hayatlar. Bir yanıyla coşkun ve özgür ama bir o kadar tehlikelere açık. Her gün televizyon kanallarından yansıyan öfkesini gizleyemeyen milliyetçi bir spikerin verdiği sayılar, bu coğrafyanın kimi evlerine bir ölüm telaşı getiriyordu. Ahmet Telli’nin,
“Durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
Ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
Menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri”
dediği zamanlardı tanık olduklarımız. Karanlık günlerin yükselen çığlıkları, korkuları, dinmeyen hıçkırıkları o evlerin bacalarından çıkıp gökyüzünü kaplıyor; memleket tümden melankolik bir ruhsallığa dönüyordu. Bilinmeyen sadece neler yaşandığı değildi elbette. Ve Anadolu-Mezopotamya, mezarsız ölülerin de eviydi. Her ölümle birlikte biraz daha eksilsek de Nazım Usta’nın şiiri dilimin ucuna geliyor:
“tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istenmez hani”
Köy yolunda yürürken kazdan korkan küçük kızın omzuna elini koyup korkusunu geçiren, kıvırcık saçlı, çilli kız geliyor şimdi aklıma. Naiflik ve cesaretinden kendine bir yol çizen o kız. Koşa koşa yolculuğa çıkmıştır bir an bile düşünmeden; “dur” desen ne fayda. İçine gidenin ardından yetişebilmenin telaşı düşmüştür. Gidip gelinen, düşüp yorulan ama ısrarla yürünülen bir yolun telaşı onunkisi aslında. Memleketin çok fazla yerinde bir öykü var ve kimi yaşananlar karşısında öfkeyle ağzıma küfrün geldiği öyküler… Batman’da veya İstanbul’da gökyüzüne telaşlı solukların karıştığı zamanlarda. Acı ikliminde payına düşeni yaşamıştır ve ihanetlerin gölgesinde yaşadıklarının hesabı sorulmuştur. Büyük ihtimal bunu bilme şansı olmamıştır diye düşünüyorum.
Soğuk ve ayaz bir kıştır şimdi memleketin dağları, doğusundan batısına kadar. Ve alabildiğine kar ve tipi kesmiştir yolculuğa düşenlerin önünü. “Karda izler bırakıyorum, avcılar peşime düşsün” diyen Ahmet Telli’nin şiirindeki gibi hayat, yola çıkanlar için. Yürüdükçe göz gözü görmez; yükseltilerdeki karın ve sert rüzgârların karşısında insan evladının direnmesi nedir ki? Bir de üstüne keklik soyunda insanın o düşkün yönü varsa. Gene Nazım Usta’nın sesi yükseliyor:
“ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizde durduk bu dünyanın üzerinde”
Gökyüzü ve yıldızlar her gece gidenlerin hikâyelerini anlatır. Bir yerde okumuştum: 90'ların çocukları için, ateşe koşan pervaneler gibiydiler der. Ateşin yakacağını bilen ama yine de ona doğru uçan pervaneler.
Evimin balkonunda gece karanlığında gökyüzünde gördüğüm, aslında ateş böceklerinin dansıdır. Her gece karanlıkta ortaya çıkan küçük ışık taneleri ve gün doğmadan sona eren bir dans…
Birlikte dans eden, aynı korunun sesine ses katan, yarına dair güzel ümitler besleyen binlerce ateş böceği. Leylâsına kavuşmuş bir sevda mıdır ateş böceklerinin dansı? Yoksa insanlığın büyük çaresizliğinde paylarına düşenler midir yaşadıkları, bilmiyorum.
Her gidenin insanlığı biraz daha eksilttiğini bilince, bunun cevabını artık öğrenemeyeceğiz diye düşünüyorum. Bir halk, “mendilinde kan sesleri”yle bilinmeyen bir dilde, bilinmeyen bir yerde olan ateş böceklerinin yasını tutuyor. Ancak umudum odur ki; hikâyelerini konuştukça, dillendirdikçe, barıştıkça yaşanılanlar daha da anlaşılacak.
*"Belki Yine Gelirim" / Ahmet Telli
(UY/EMK)






