eve dönüyordum. garaja inip biletimi aldım. yarım saati vardı otobüsün. bu süreyi çok da iyi bilmediğim bu küçük ilçede nasıl geçireyim diye düşündüm. aklıma bir çözüm gelmedi. öğlen olmuştu, güneş tam tepedeydi ve havanın sıcağı daha artıyordu. garajın çevresindeki küçük kahvehane ve lokantaları beğenmedim. yakınlarda bir park olduğunu biliyordum. oraya gitmeye karar verdim ama önce garajın helâsına uğramalıydım.
garajın helâsı otobüslerin durduğu yerine tam arka tarafındaydı. yavaş yavaş o yöne yürüdüm. kapıyı arkaya, dağlara bakan tarafına yapmışlardı. yanında bir sundurma ve onun gerisinde de depo gibi içerisi görünmeyen, karanlık bir yer vardı. bir göz atıp içeri girdim işimi görüp yüzümü yıkayıp biraz serinledikten sonra çıktım.
deponun duvarının dibinde boz renkli oldukça büyük çuvala benzer bir yığıntı gördüm. girerken orada olmadığından emindim. dikkâtlice bakınca hareket ettiğini fark ettim. çevrede onun ait olabileceği herhangi bir kişi de görünmüyordu. helâya da kimse girmemişti. çuvalın sahibinin deponun içinde olabileceğini düşünüp biraz daha bekledim ve o sırada da çuvala bakmayı sürdürdüm:
ritmik bir hareket vardı. sanki içinde birisi uyuyor gibiydi. her neyse düzenli nefes alıp veren bir canlıydı. merakım arttı. çuvalın yanına doğru yürüdüm. yanına varınca bunun aslında bir çuval olmadığını ama çuval bezine benzer bir örtü olduğunu fark ettim ve bu görüntüyü tam o sırada anımsadım.
o olup olmadığını doğrulamam için de bir şey yapmam gerekmedi. ben tam yanına vardığımda çuvalın tepesine yakın bir yerde bir aralıktan çıplak bir baş göründü!
o başı ve bana bakan gözleri tanıyordum.
aynı anda gülümsedik. o da beni tanımıştı belli ki. başımı eğerek selamladım onu, o da elini yukarı kaldırıp selamımı aldı. gidip yanına oturdum.
-“hayırdır, ne arıyorsun buralarda?”
-“ya sen?”
-“bir arkadaşı ziyaret ettim, ‘evim’e döneceğim, otobüs bekliyorum, birazdan kalkacak...”
‘evim’ derken kaldığım yeri düşünmüş, kendimle dalga geçmek istemiştim ama o anlamadı:
-“benim ‘evim’ sokaklar, ben de sokaklarda yaşamayı sürdürüyorum.”
-“yalnızsın?”
-“uzun hikâye... çok merak ediyorsan anlatabilirim. ama karnım aç, şu lokantaların birisinden bana bir çorba alır mısın... şehirleri bitirdikleri gibi kasabaları da bitirdiler. tek bir meyve ağacı bırakmadılar hiçbir yerde. eskiden yol kenarlarında meyve ağaçları olurdu, çeşmeler olurdu, kasabaların kenarlarına doğru kimsesizleri, yolcuları ‘tanrı misafiri’ sayan insanlar oldurdu, neleri varsa paylaşırlar, yoksullarsa en azından bir tas su, bir lokma ekmek verirlerdi. kasabaları da bitirdiler. iyi insanlar yok oldu, onların yerine oraların rantını yemek üzere soyguncular işgal etti her yeri...”
“tabii ki!..” dememe fırsat vermeden, arka arkaya sıraladı sözlerini. belli ki çok doluydu.
doğrusu ona rastladığıma sevinmiştim. adlarını bile bilmediğim bu insanları bir dostum, arkadaşım, ya da bir akrabam kadar kendime yakın hissediyordum. hep bana umut verdikleri için zaman zaman aklıma düşüyor, hatta rüyalarıma giriyordu. konuşmayı istiyordum onunla. çünkü ne ve nerede olduklarını, ne yaptıklarını merak ediyordum.
“hadi gidelim” dercesine elini tuttum. yavaşça doğruldu. az önce gözüme çuval gibi görünenin üzerindeki ‘çulu’ olduğunu ayağa kalkınca daha iyi anladım. kalkınca elinde tuttuğu bir urganı beline sarıp bağlayarak bir tür üstlük haline getirdi. kolları da başı gibi çıplaktı. ayağında ise elde yapıldığı belli olan bir sandalet vardı yine.
o beğenmediğim lokantalardan birisine doğru yürüdük, lokantanın önünde bir açık bölümü vardı. en kenarda bir yere oturdum, o da bölümün kenarına çekilmiş üç karışlık biriket duvara sırtını dayayarak yere oturdu.
-“beni oraya masaya senin karşına oturtmazlar, boşuna tartışma çıkarmayalım. bana bir çorba söyle... parasını vereceğim.”
-“ öyle şey olur mu, benim davetlimsin. kahvaltımı yapalı çok olmadı ama ben de bir çorba içeceğim seninle.”
gelen garsona iki çorba söyledim. iki de kaşık. garson gidince masanın üzerindeki ekmek kabını açtım. ekmekler tazeydi. peçetelikten bir peçete alıp içine üç-dört dilim ekmek koydum. ona uzattım.”
-“her şey gibi ekmekler de bozuldu. hatta ‘önce ekmekler bozuldu’... bunları yemiyorum aslında, ama yine de torbama atayım birkaç tane daha, her zaman senin gibi bana yardımcı olacak insanlara rastlamayabilirim.”
bir peçeteye daha yine aynı şekilde ekmek koyup ona uzattım.
çorbalar gelmişti. kâsenin altındaki tabağın içine kaşığı koyup birini ona uzattım. kaşığı geri uzattı, biber ve tuzu istedi, onları da verdim. çorbasına koydu, sonra bana geri uzattı.
bir yandan yavaş yavaş çorbamı içiyor, bir yandan da onu izliyordum.
iki avucunun arasına aldığı kâseyi su içer gibi dudaklarına götürdü büyük bir yudum aldı. gerçekten aç olmalıydı. sonra kâseyi yere bıraktı. bu kez bir dilim ekmeği ikiye böldü ve ağzına atıp uzun uzun çiğnedi. yuttuktan sonra biraz bekledi. başını geri çevirdi, göz göze geldik. kâseyi yeniden iki elinin arasına aldı ve yine büyük bir yudum daha aldı. sonra yine ekmek... yine uzun uzun çiğneme.
çorbası ve dört dilim ekmek bitene kadar hiç konuşmadan aynı hareketleri periyodik bir şekilde sürdürdü. hareketleri bir çeşit ibadete benziyordu.
boş kaseyi geri uzattığında ben de çorbamı çoktan bitirmiştim.
o zaman suskunluğunu bozdu:
-“çok hızlı yememeli... yemek güzel bir eylemdir, yemeğin de bir hakkı vardır ve ona hakkını vermelisin. tabii çok da doymamalı...”
haklıydı. bildiğim ve doğru bulduğum ama yaşamımda pek de yapmadığım şeyleri birisi bana uyarı babında söyleyince az da olsa bozuluyordum; yine öyle oldu. savunmaya geçtim hemen:
-“çok güzel bir çorba değildi...”
-“hepsini bitirmişsin ama!.. üstelik de aç olmadığını söylemiştin...”
savunmanın gereği de, anlamı da yoktu; haklıydı. üstelik de benden zeki!
-“başka bir şey ister misin?”
-“daha çoğuna param yok!”
-“parasını ben vereceğim.”
-“var mı o kadar paran?”
-“sen merak etme...”
-“sana borçlu olmak istemem”
-“borçlanmayacaksın.”
-“o zaman bana iki kızarmış piliç al, ama paket yapsınlar.”
garsona işaret ettim. geldi. boş kâseleri alırken onun isteğini söyledim, ayrıca hesabı istedim.
birkaç dakika sonra paketle birlikte geri geldi. hesabı da söyledi. cebimden para çıkarıp verdim.
-“üstü kalsın!”
garsonun gözleri ışıldadı teşekkür etti. gülümsememden cesaret alıp sordu:
-“ikinci çorbayı o mu içti?”
arkası dönük yerde oturan arkadaşımı işaret ediyordu.
-“arkadaşım o benim”
-“birkaç gündür buralarda dolaşıyor, deli sanmıştık.”
-“deli değildir...”
gülümsedim:
-“ ‘veli’dir o veli! bilir misin ‘veli’ nedir?”
garson gülerek karşılık verdi.
-“belli ki sizi de kandırmış...”
-“neden?”
-“dün de birisine kızarmış iki tavuk aldırdı.”
-“aç mı kalsın?”
-“hep tavuk yiyor ama...”
-“yerken gördün mü?”
-“alıp gidiyor ya...”
-“ama yerken görmedin...”
-“yok!...”
belli ki birileriyle paylaşıyordu, hep birlikte olduğu arkadaşları yakında olmalıydı.
ben kalkınca kalktı, önüme geçti ileriye doğru yürüdü. parka doğru gidiyordu. onu izledim. boş bir bank gördü ve bankın yanına yere toprağa oturdu, bana da oturmam için bankı işaret etti. onunla aynı zeminde olmak istiyordum, diğer tarafına toprağın üzerine çöktüm.
-“arkadaşların da buralarda mı?”
-“yok! yalnızım...” kısa bir suskunluktan sonra ekledi:
-“sağol...”
-“ne için?”
-“benden yana çıktığın için.”
-“haksız ve önyargılıydı...”
-“dahası da var: kendilerine benzemeyen, ya da yaptıklarını yapmayan herkes ‘öteki’... hatta, hırsız, uğursuz, ya da en iyi ihtimalle deli! oysa onun gibi olanlar akıllı, becerikli, iş bitirici... halbuki tam tersi...”
sustu. adamı mı, sözlerini mi düşünüyordu, anlayamadım.
-“epey bir bahşiş verdin galiba, gözlerindeki o ışıltı ve cesareti ondandı... aslında, çorbayı bana verdiğin için terslerdi seni muhtemelen... ama üç kuruşla satın aldın onu.”
-“gördün demek...”
-“evet... o sanayi tavuklarını yer miyim sanıyorsun, sokak hayvanlarına verdim dün aldıklarımı. bunları da onlara vereceğim. bizden daha zor durumdalar. sokaktaki insanları umursamayanlar, sokak hayvanlarını umursar mı sanıyorsun?”
-“....”
arabanın hareketine çok zaman kalmamıştı ama onlara ne olduğunu ve ne yaptıklarını merak ediyordum. hemen sordum.
-“ayrıldık arkadaşlarla... nerde olduklarını bilmiyorum. ‘gezi’den sonra uzun bir süre, her birimiz çeşitli yerlerde mahalle forumlarına katılıp izlemeyi sürdürdük. sen de biliyorsun. arkadaşların bazıları konuşarak katıldı, ‘gezi’ye, yaşama, ne yapılması gerektiğine dair düşüncelerimizi söyledi. kendimizi örnek gösterdik. ama dayanılır gibi toplantılar değildi çoğu. teker teker kayboldular. ben bir süre daha izledim ama, sonra ben de bıraktım onu da...”
sustu!. belli ki söyleyeceği çok şey vardı. ama susmayı yeğliyordu.
üstelesem de konuşmayacağını biliyordum.
-“üzerinden bir yıl geçti, bir anma olacak sanırım, gidecek misin ‘gezi’ye?”
-“gideceğim! çok anlamı yok biliyorum; bildiğimi göreceğimden de eminim. ama en azından tanık olmak gerekiyor. o yüzden gideceğim.”
yeniden sustu. gözlerine baktım. her zamanki ışıltısı gölgelenmişti. “umudun kalmamış anlaşılan” diyeceğim sırada konuştu:
-“devlet, hükümet bile anladı, ama bir tek onlar anlamadılar biliyor musun? kendilerine devrimci, solcu, demokrat, yurtsever, ulusalcı diyenlerin çoğunu kastediyorum. özellikle de ‘örgütlü’ olanları. ne demekse? ‘gezi’deyken de anlamamışlardı. farklı bir şey oldu orada. orada olmayan, dünyanın başka yerlerinde yaşayan, birazcık görmeyi, düşünmeyi bilen herkes bir ‘fark’ olduğunu fark ettiler, ama onlar fark edemediler. ‘iktidar olma’ arzusu o kadar kör etmiş ki gözlerini... üstelik gerçek anlamda iktidar olamayacaklarını bilmelerine karşın... yalnızca bulundukları yerleri, pozisyonları yitirmemek, sözlerini değiştirmemek adına bunu yapıyorlar. izlediğim hemen her yerde de bunu yaptılar. çok küçük bir grubu dışında tutuyorum. onlar da giderek azaldılar ve sonra katılmaz oldular. o forumlara kendi küçük yapılarında her zaman dediklerini yaptırmayı başaranlar egemen oldu, hep onlar o toplantıları belirlediler. ne kendilerini, ne örgütlerini ne de benimsedikleri artık tarih olmuş kurallarını değiştirdiler. ‘gezi’den ve ‘gezi ruhu’ diyerek yalnız sözle övdükleri gezi gerçeğini anlamadılar. ya da anladılar da kabul etmediler. o küçük, aslında ‘gezi’yi yaratan’ gruplar da çaresiz... her doğruyu söylediklerinde bile ağızlarına tıkıldı o sözleri... oysa onların çoğunun herhangi bir şeye ‘doğru’ ya da ‘yanlış’ demenin bile doğru olmadığını düşündüğünü biliyorum. ‘birlikte yürümek’le ‘bir şeyin ardına takılma’nın arasındaki farkı bilmeyenler nasıl ‘başka bir dünyayı yaratabilir’ ki!...”
-“iktidar korkuyor onlardan ama...”
-“onlar daha çok korkuyorlar...”
-“neden korkuyorlar?”
-“tıpkı ‘iktidar’ gibiler. konumlarını kaybetmekten, doğru sandıklarının doğru olmama olasılığından, bunun anlaşılmasından korkuyorlar...”
haklıydı aslında! onun bu sözleri zapatistaların yardımcı komutanı markos’un son yaptığı açıklamasını aklıma getirdi. adam ne ülkesinde, ne de mücadele ettiği grup içinde bir iktidara sahip değildi ama bulunduğu pozisyonu bırakmayı yeğlemişti. iktidar olma olasılığından bile rahatsız olanların bulunduğu bir dünyada yapılmış belki de en doğru saptamaydı:
“eğer tutarlı olmak başarısızlıksa, başarının yolu -iktidar rotası- tutarsızlıktır. fakat biz oraya gitmek istemiyoruz. orası bizi ilgilendirmiyor. bu parametreler içinde yenmektense başarısız olmayı tercih ederiz.” diyordu “başarısızlık” başlığı altında.
o konuşmasını sürdürdü:
-“biliyor musun aslında ‘gezi’ her yerde sürüyor... kendiliğinden, ‘ben buyum’ ya da ‘böyleyim’ demeden hem de. soma’yı gördün, insanlar inmediler madene... yapabileceklerini fark ettiler. onun için çok az da olsa hâlâ umudum var. diğer arkadaşlarımdan farkım da o.
-“sen de mi gittin mi soma’ya?”
-“evet... tabii ki!... ‘başka bir dünyanın olduğu’, ya da ‘olma ihtimalinin olduğu’ her yerde her zaman, hep varım ve yaşadığım sürece de olmayı sürdüreceğim. bir gün herkes anlayacak... ister taraf, ister muhalif, ister uygulayan, ister mağdur ol sistemin bir parçası olmamak en önemlisi. başka bir dünya ancak öyle kurulabilir. sistem içindeyken bunu yapmak olanaksız. tabii ‘bir başka dünyanın ne olduğuna tasavvurun da bu sistemin unsurlarını içermemesi, onları yinelememesi en önemlisi. ‘gezi’de ezberlerin bozulduğunu sanmıştık ama çok küçük bir kesim için doğru bu geçen bir yıl da olanlara bakınca onların sürdüğü, eski tutum ve alışkanlıkların yinelendiği kolaylıkla görülüyor. ‘gezi’ye yine de gideceğim... birkaç kişi bile olsak ‘başka bir dünya’nın mümkün ve bu dünyadan gerçekten başka olduğunu göstermek zorundayız.”
-“sen de gidecek misin?”
-“.....”
saatime baktım, otobüsün hareketine birkaç dakika vardı.
-“hareket saati geldi, ha?”
-“.....”
hareket etmenin zamanı gelmiş de geçiyordu, hatta! (ms/yy)