Haklı olarak Gezi Direnişi’ne katılanların sorguladığı şeylerden birisi nasıl olup da ‘kendi’ devletlerinin ve onun kolluk güçlerinin temsil ettiği iddia edilen halka vahşice saldırıp, içlerinden bazılarını öldürdüğüydü. 8 Temmuz’da Taksim'de yaşanan çatışmalarda yaralanan 16 yaşındaki lise 2. sınıf öğrencisi M. Ali Tombul'un babası Mehmet Tombul’un cümleleri devlet-vatandaş kurgusuna dair bu çelişkiyi çok iyi ifade ediyordu: "Aklıma ilk gelen şey katil olduğumdu. 'Ben katilim' diye düşündüm. Bizden kesilen bu vergilerle maaşı ödenen bir polis benim oğlumu vuruyor. Benim paramla benim oğlumu vuruyor". Mutlak egemenin bedenine tabi olan ve itaat etmesi ‘kaçınılmaz’ olan özne ile devlet arasındaki korkunç yabancılaşmanın da ifadesidir bu.
Diğer taraftan siyasi partiler, örgütlerin de kendilerini temsil etmediğinin farkındaydı isyancılar. HDK’nın Gezi ve Barış süreci konulu konferansındaki 70 yaşındaki direnişçinin sözleri de buna işaret ediyor: “Ben şu anda aynen Gezi Parkındaki gençler gibi hiçbir yerde temsil edilmediğimi düşünüyorum. Mecliste beni ifade eden bir muhalefet olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla Gezi Parkı’ndan Türkiye’deki muhaliflerin çok fazla şey öğrenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü muktedir olanların muhalefet içinde de adeta bir ahtapot gibi kolları var. Ve kendimizi ifade etmemiz, kendi sözlerimizi söylememiz kendi örgütlerimizde çok büyük laflar ve tabelalar altında engelleniyor.”
Gezi isyanı varolan siyaset, yurttaşlık, ideoloji vb. alanlarındaki bu temsil düzenlerine itiraz eden bir isyandır. Verili politik aktörlerin hiçbirinin kendilerini temsil etmediğinin farkına varan bir kuşağın ‘fikirsiz yaşa’ buyruğunu parçalayıp bir kenara atmasıdır.
3-5 yılda bir yapılan seçimlerde oy kullanmanın politikayla özdeşleştirildiği bir yönetim biçiminde GTA ya da Counterstrike gibi oyunları CHP vs. AKP oyununa tercih eden bir kuşağın politikayı var etmesidir, tarih sahnesine çıkarmasıdır.
Modernite içerisinde temsiliyet düzeni nasıl işler peki?
İster şeyler dünyasında, ister insanlar dünyasında olsun temsiliyet tanıklık gibi, daima boşluk içerir. Politika ya da politika olmayan konsensus demokrasisi- bugünlerde satırlı demokrasi diye de anılmakta- bu boşluğun bağrında kendine yer açar. Temsil edilen ve temsil eden arasındaki bu boşluğun durağan değil, dinamik bağlar içeren bir boşluk olduğunu da söylemek gerekiyor. Bugün politikaya müdahale eden Gezi Direnişi bu dinamik mesafedeki bağların ve konsensüsün kesintiye uğratılmasından başka birşey değildir. Ve bu kesintinin yarattığı devletsiz alanda ortaya çıkan sonsuz bir yaşam, yaşam arzusu, yaratıcılık ve neşedir; “Turgut Uyar’ın dizeleriyiz” diyen şiirdir.
Temsili demokraside temsil edildiği iddia edilen –halk- ve temsil eden (egemen) arasındaki bağlar hergün yeniden ve yeniden onaya sunulur. Şimdiyse, egemenle halkın Rousseaucu düzlemde, görünüşteki sahte özdeşliği Erdoğan tarafından “dışarıda kalanların” sürekli içeriye davet edilmesiyle yeniden üretilmek isteniyor: “Benim Kürt kardeşim”...”Benim samimi çevreci vatandaşım”… “Benim esnafım”…” Benim [eli palalı] mağdur esnaf kardeşim”… Ancak Temsiliyetin barındırdığı boşluğu gözönüne alırsak, AKP gibi herhangi bir grubun bırakalım yüzde yüzü temsil etmesini, yüzde elliyi bile temsil etmesi imkansızdır.
***
Pierre Clastres Devlete Karşı Toplum’da devletsiz ilkel toplumlarda şiddetin temsiliyet düzenlerinde nasıl bir rol oynadığını tartışır. Paraguay’daki Guayaki yerlileri arasındaki bir ritüele göre, yetişkinliğe adım atan birisinin topluluğa kabulü için öznenin kendi bedenine işkence uyguladığı bir ayinin düzenlenmesi şarttır. Kendi bedenlerine uyguladıkları şiddetle bedenin kendisini bir yasaya dönüştüren, bilginin, hafızanın temsilcisine dönüşen özneler başka öznelerle eşitliği de buradan kurar. Vücutlara kazınan yasa, toplumdan ayrı bir iktidarın, onun denetiminden kurtulabilecek bir iktidarın oluşmasını önler. Bu yolla devletsiz ilkel toplum, -Gezi’de belki pırıltılarına tanıklık ettiğimiz gibi- herkesin kendisini temsil ettiği bir dünya yaratır. Şiddetin kazındığı ayinle demek istenilen şudur: “Artık bizdensiniz. Her biriniz hem bize hem birbirinize benziyorsunuz. Aynı adı taşıyorsunuz. (çapulcu!) ve bunun değişmesi söz konusu değil. Her birinizin aramızdaki yeri ve önemi birdir; bu yeri sürekli koruyacaksınız. Aranızdan hiçbiri bizden aşağı da değil, üstün de. Bunu unutmanıza imkan yok. Vücudunuza kazıdığınız işaretler bunu size sürekli hatırlatacaktır”. [1]
Modern toplumda da iktidar şiddet aracılığıyla kendisini bedenin üzerine yazıyor –gözleri hedefleyen gaz bombası fişekleri, plastik mermiler, boya izi bırakan mermiler, cop izleri, işkence izleri- ama bunu ilkel toplumların aksine hem gizlice yapar hem de kurbanlara uyguladığı şiddetle kendi adaletsiz varlığını güvenceye alır. “Eşitiz” demez onun temsilcileri, tersine sürekli “başkaldırmak ayakların haddine değildir” mesajını verir. Modern devlet kurbanın bedenine uyguladığı şiddetle öznelerin eşitliğini değil, kendi tahakkümünü ve egemenliğini yaratır; özneleri yok eder. İzlerle birlikte temsil edenin ve yaşam/ölüm üzerine son sözü söyleyenin yine kendisi olduğu bir kez daha anlamamızı ister.
Haftalardır parklarda deneyimlenen doğrudan demokrasi mücadelesi ise, direnişçilerin Gezi Parkına ulaşmak için her bir barikatı daha öne taşıması gibi, temsil edilen ve temsil eden arasındaki mesafenin minimuma indirme deneyidir. Öznelerin varlık haklarının, inisiyatif alma haklarının güvence altına alınmasıdır. Bu mesafenin sıfıra indirilmesi elbette ki başka bir dünya ütopyasının ta kendisidir. Hareketin lidersiz karakteri bu arzunun çarpıcı bir şekilde ifade edilmesine işaret ediyor. Taksim Dayanışması gibi ağ tipi bir örgütlenmenin doğrudan organik bir ilişkilenme yerine etkileşim ve birlikte karar alma yoluna gitmesi direnişçilerin tercih ettikleri politik varolma biçimlerinin gücünü gösteriyor. Bunun en çarpıcı örneğini Gezi Parkı polis tarafından boşaltılmadan önce, Dayanışma’nın doğrudan karar veremeyip yedi ayrı forumla (ve hatta sosyal medyadan katılanların da söz hakkının korunmasıyla) Gezi’yi boşaltıp boşaltmamayı karara bağlamasında gördük. Yıllardır hiyerarşik örgütlenme biçimlerini benimseyen onlarca örgütün de içinde bulunduğu Dayanışma’nın bu yola gitmesi üzerinde düşünülmeye değer bir başlıktır.
Doğrudan demokrasi odaklı meclis tipi örgütlenmelerin temsil düzenindeki bu boşluğun daraltılmasını hedeflediğini söyleyebiliriz.[2] Ne var ki demokrasi ya da politika kesinlikle bu meclislerle özdeşleştirilemez. Hatta diyebiliriz ki, hiçbir kurumsal yapı tamamıyla bir topluluğu temsil edemez, demokrasiye eşitlenemez. Eğer politika, Ranciere’in belirttiği gibi, varolan düzende, ilişkiler biçiminde, temsiliyet ve öznellik biçimlerinde bir kesintiye uğratma, kopuş yaratma ise meclislerin bu dinamik bağları ve kesinti yaratma süreçlerini süreklileştirmesi gerekiyor.
Bugün Gezi ve diğer parklarda örülmeye başlanan hakiki temsiliyet biçimleri temsil edilen ve temsil eden arasındaki boşluğu yok etme ütopyasının sınırlı bir provasıdır. Görülmeyenlerin, yok sayılanların, aşağılananların düzmece temsiliyetlerle çalınan rollerinin ne denli korkunç, ne denli müthiş, ne denli yaratıcı ve yaşam dolu olduğunu gördük. Bunu görmenin, hissetmenin, yaşamanın hazzı hiçbir şeyle değiştirilemez. Sahne halkın: kendimizi alkışlayalım.
[1] Clastres, P. (1991). Devlete Karşı Toplum. Ayrıntı Yayınları; İstanbul. S. 148-9
[2] Daha geniş fotoğrafta yıllardır Kürt hareketinin geliştirmeye çalıştığı meclis biçimleri ve Halkların Demokratik Kongresi’nin ne yazık ki şu ana kadar oturtamadığı meclis modellerinin de temsil düzenindeki bu boşluğun daraltılmasını hedeflediğini ifade edebiliriz.