“-Demokratik bir yönetimde yaşıyoruz”
“-Hayır, kapitalist diktatörlükte yaşıyoruz”
(Eğitmenler filminde, seksen kuşağından Jan ile 68 kuşağından CEO arasında geçen diyalog)
“Bugünkü düzen bir kompradorluk düzeni, bir hopur, hababam düzenidir.”
Yaşar Kemal, Doğayı Öldürmek, 1973
On iki yaşındayken ailesine kızıp, ağaca çıkmıştır Italo Calvino’nun Ağaca Tüneyen Baron kitabının kahramanı Cosimo. Çevresindekiler onu anlamasa, anlamaya çalışmasa da aslında mesele çok basittir. Sıkıcı bir öğle yemeği vaktinde tabağına konan salyangoz yemeğini yemeyi reddetmiştir. “Azarlamalar, inatlaşmalar, cezalar ve ayak diremeler sonrasında, hor görülen bu zavallı hayvancıklarla dayanışmadan, onların tadına duyulan tiksintiden, herkese ve her şeye duyulan bir başkaldırmaya itmiştir” Cosimo ve kardeşini. Böyle bir itaatsizlik hiç görülmemiştir diye yazar Calvino. O öğleden sonrası yemeği, kendisine dayatılan baba ve aile erkinin baskısında bardağı taşıran son damla olur. Çocuklar babalara baş kaldırmıştır. Ve bir daha ağacın üstünden hiç aşağı inmez. Yeryüzünü ve orada yaşayanları hale sokmak ister. Ağacın tepesinden, yukarıdan bakılınca her şey değişiktir, bambaşka bir dünya vardır ağacın üstündeki Cosimo’nun bakış açısından. Keşfedemediği pek çok şeyi keşfeder, babasının girmesini yasakladığı komşunun bahçesine bile girer. Ağaç sevgisi, bütün gerçek sevgilerde olduğu gibi, amansız ve sancılıdır ama başka bir dünyanın mümkün olduğunun farkına varmıştır artık.
27 Mayıs’tan beri kentte yaşam hakkı, anti-kapitalist, özgürlükçü, demokratik bir dünya tasavvuru için tıpkı Cosimo gibi ağaçların arasından, Gezi Parkından bakıyor dünyaya yüzlerce genç direnişçi. Ağaca yönelik şiddet, insana yönelik şiddetle birleşince kıvılcımlanan direniş ateşi, uzun bir zamandan beri devletin biyoiktidarını doğadan, kadın bedenine, kenttin dışına ittiği romanlardan, LBGT’lere, her alandaki tahakkümcü, ataerkil zihniyetine topyekün bir eleştiriye dönüştü. Sözde 3-5 ağaç için kentte söz hakkı, karar verme mekanizmalarına müdahil olma temelinde birleşen, rizomatik bir biçimde yayılan hareket kapitalizm karşıtlığı ve tüm özgürlük hak ve hürriyet kazanımına yönelik mücadele için öngörülemez biçimde büyüyerek bireysel hak, basın ve ifade özgürlüklerinin sınandığı bir duruma evrildi. Antonio Negri ve Michael Hardt, dünyanın dört bir yanındaki işgal eylemlerinde Facebook, Twitter gibi mecraların etkisini önemsiyorlar, ancak hiçbir şeyin “kolektif pratik zeka ve eylemin temeli olan bedenlerin bir arada bulunmasının ve bedensel iletişimin yerini tutamayacağının” altını çiziyorlardı. Sanal ortamda açılan imza kampanyalarıyla vicdanlarımızı rahatlatmaya çalışmamıza karşılık onlar harekete geçip, bedensel biraradalığın önemini bir kez daha göstererek meydanlara çıktılar.
Taksim Meydanını ve çevresinin Osmanlı döneminde batılılaşmadan, cumhuriyetin kuruluşuna, 6-7 Eylül Olaylarından, 1969’un ve 1977’in Kanlı 1 Mayıs’ına bir hafıza mekanı olarak, kamusallık anlamında önemli bir yeri oldu Türkiye tarihinde. Bu açıdan Gezi Parkı etrafında verilen mücadele -devlet güç gösterisini sürdürse ve geri adım atmasa da- tüm bu toplumsal hafızayı da arkasına alarak yepyeni bir kamusal alanın açılmakta olduğunu ve bununla birlikte gelmekte olan yeni bir cemaati gösteriyor bizlere. Bundan kırk sene önce Kamusal Alan ve Deneyim kitabında “kapitalist toplumlarda ortaya çıkan çelişkilerin karşıt bir kamusal alan açısından taşıdığı potansiyeli” araştırmak için yola çıkmışlardı Negt ve Kluge. Gezi Parkı deneyimi Türkiye için başından beri çok tartışmalı olan ve devlete ait alan olarak tanımlanan kamusal alanın belki de ülke tarihinde şu ana kadar görülmediği biçimde -halkın, kamusal alanı ve kamusal alanda karar verme mekanizmalarını dönüştürmeye yönelik protestolarıyla- karşıt bir kamusal alan yaratmaya yönelik bir girişimi olarak da okunmalı.
İkonolojik Devrim
Gezi Parkı direnişçilerine, deneyimine yönelik pek çok sosyolojik tanımlama yapılmaya ve eylemleri tarihsel bir referans sistemine oturtulmaya çalışılıyor. Ama onlar, yeryüzünün lanetlileri geçmişi yaratıcı ve humoristik bir ruhla yağmalayıp, çapullayarak kendilerine has yepyeni bir dil kuruyorlar. Romantiklerin, yüzyıl başı avangardlarının, Sitüasyonistlerin, 1968’in, 70’lerin kolektif ruhunun, yaratıcılığının imgeleri sokaklarda yeniden canlanıyor. Şiir sokaklardadır, sokak güzeldir diyorlar. Alternatif iletişim sistemleri, gerilla bahçeleri kuruluyor, kolektif sinema deneyimleniyor. Eylemlerle simgeleşen “kırmızılı” ve “siyahlı kadın” imajları –eylemin cinsiyetçi dili başından beri çok eleştirilmekle birlikte- bu tarz eylemlerin ikonografisinde alışagelmedik bir değişimi gösteriyor, eril ikonografi yapıbozuma uğratılıyor
Direnişin açtığı şiirsel ve sanatsal bir dil. İkonografisi sayısız edebi, sanatsal referansın zihinlerde dolaşmasına vesile oluyor, akla karşı hayal gücünü savunan Romantikler gibi estetik bir devrim tahayyül ediliyor. Caspar David’in sisler denizindeki arkası dönük gezgincisi, biber gazı içinde şarkı söyleyerek polise meydan okuyan direnişçisine evriliyor. Direniş kendi özgün dilini yaratıyor.
* Caspar David Friedrich, Sis Denizindeki Gezgin, 1818
Çıkış noktası “çevreci bir eleştiri” gibi gözükse de, asıl sorunun yalnız bu olmadığını, eleştiri oklarının demokratik olmayan sisteme yöneltildiğini biliyoruz, tıpkı Beuys’un 1970’lerdeki “çevreci eylemlerindeki!” sistem eleştirisinde olduğu gibi. Her insanın sanatçı olduğunu söyleyen, sanatın tüm toplumu değiştiren ve dönüştüren rolüne dikkat çeken Joseph Beuys, 1971 Aralığında elli öğrencisinin katılımıyla, Düsseldorf’ta Grafenberger Ormanı’ndaki ağaçların, tenis kortu için kesilmesini engellemek amacıyla bir aksiyon gerçekleştirmişti. Politik partilerin diktatörlüğünün aşılmasını talep ettiği aksiyonlarının devamı olarak düşünülecek Parti Diktatörlüğünü Aşmak’ta (Overcome Party Dictatorship Now) Beuys ve göstericiler kararlılıklarını sürdürerek halkın da desteğini alarak eylemlerinde başarılı olmuşlardı.
Direnişin kendine özgülüğünü de hatırda tutarak, anti-kapitalist tavrı başka örnekleri de akla getiriyor. Farklı bir açıdan Park Fiction deneyimi hatırlanabilir. Park Fiction, 1994’te Hamburg’da St.Pauli liman bölgesindeki kamusal alana bina yapımını önleyerek, alanı parka dönüştürme amacıyla bir araya gelen, içinde sanatçıların, müzisyenlerin, yerel halkın bulunduğu heterojen bir topluluktu. Henri Lefebvre’den aldıkları feyzle topluluk mücadelesini direniş eylemleri, konserler, açık hava sinema gösterimleri, sokak partileri ile sürdürmüş ve on yıllık bir mücadelenin ardından 2005’te amaçlarına ulaşarak parkın açılışını yapmışlardı.
* Joseph Beuys, Parti Diktatörlüğünü Aşmak, Grafenberger Ormanı, Düsseldorf, 14 Aralık 1971
Neruda’ya Görünen Eli Tutmak...
Farklılıkları kucaklayan yapısıyla Gezi Parkı deneyiminden öğrendiğimiz ve öğreneceğimiz daha çok şey var. Lewis Hyde, Pablo Neruda’nın daha küçük bir çocukken yaşadığı bir olayı anlatır Armağan kitabında. Neruda evinin arkasındaki arazide oynarken çitlerden birinde bir delik, delikten bakınca bir bahçe ve deliğin olduğu yerde aniden bir el belirdiğini görür, gizemli bir el deliğe oyuncak bir koyun koyar ve kaybolur. Neruda hiç böyle harika bir koyun görmediğini söyler. Delikten tekrar baktığında el kaybolmuştur. Eve gidip kendisi için önemli bir nesne, kokulu ve reçineli bir koza getirir, koyunu alır ve gider. Yaşadığı bu gizemli olayı asla unutmaz Neruda..
“Çocukluğumda kasvetli bir evin bahçesinde öğrendiğim ders bu işte. Belki de birbirini tanımayan ama birbirine hayattan güzel bir şeyler vermek isteyen iki çocuğun oynadığı bir oyundan başka bir şey değildi bu. Yine de, içimin derinliklerinde sağlam bir yer eden bu küçük ve gizemli armağan mübadelesi ışığıyla şiirimi aydınlatıyordur belki de..”
Türkiye tarihinin belki de bu en büyük halk direnişinde yeni bir kamusallık açan, özgürlüklerimizin, demokrasimizin sınanmasını sağlayan Gezi Parkından öğrendiğimiz en önemli noktalardan biri de bu oldu. Anti-kapitalist ve anti-demokratik uygulamalara karşı bizleri birleştiren, birbirini tanımayanların birbirlerine uzattıkları o eli gördük; eylemcilere müdahalenin tüm şiddetiyle sürdüğü günlerde tanımadıkları evlere davet edilmeleriyle, pencere önlerine konan yemeklerle, gezi parkındaki POTLAÇ atmosferiyle, onbeş gündür gezi parkında birbirini hiç tanımayan insanların ortak bir mesele için birbirlerine uzattıkları o “eli” gördük. Neruda gibi hiç unutmayacağımız ve sıkı sıkı kenetlendiğimiz “o eli”, bu ortaklık ruhunu kaybetmek istemiyoruz… (EY/EKN)