Filozof Jacques Rancière aynı zamanda öğrencisi de olan felsefeci Bernard Aspe ile birlikte eşitlik ve estetik temalı bir konferans serisi için İstanbul’daydı.[1] Rancière ve Aspe arasındaki iletişim, konferansın tüm içerimlerinin ötesinde, Türkiye akademilerinde çoğunlukla rastlayamadığımız bir tavra tanıklık etmemizi sağladı.
Adına belki entelektüel açıklık, belki kibirsizlik/ mütevazılık, belki de düpedüz bilgelik diyebileceğimiz bu egonun belirleyiciliğini aşan tavra tanık olmak, felsefi bir soruya dönüştürülebilir mi? “Buralı” olanı felsefi olana açamayan, onu kendi üzerine katlanmaya yazgılı hale getiren, sonsuz bir sıkışmışlığa maruz bırakan engeli konuşulur kılmak, onu görünür kılmanın da tek yolu değil mi? Öyleyse, bu konuşmayı başlatmanın sorumluluğu, okuması bile bir liyakat meselesine dönüştürülmüş öğrencinindir. Konuşmanın zorunlu muhatabı ise, kendisini merkeze koymayan her sözü susturan cahil ol(a)mayan hocadır; çünkü cehalet bir eşitlik imkânıdır. Öyle ki “hocanın ilk meziyeti cehaletidir.”
Rancière, Cahil Hoca: Entelektüel Özgürleşme Üzerine Beş Ders adlı kitabında[2] 18. Yüzyıldan kalma bir 19. Yüzyıl düşünürü olan Joseph Jacotot’un başından geçenleri anlatır. 1818’de Belçika’ya sürgün giden Jacotot, Hollanda Kralı’nın yardımları sayesinde Louvain’de bir felsefe öğretmenliği işi bulur. Fakat ne Jacotot öğrencilerinin konuştuğu dil olan Felemenkçeyi bilmektedir ne de öğrenciler Fransızcayı. Buna rağmen Jacotot, aydınlanmanın ruhundan kalma bir esinle bir tür deneye girişir.
Tam da o sıralar Fénelon’un Telemak’ı çift dilli olarak basılır. Kitabın bu baskısı, birbirlerinin dilini anlamayan hoca ve öğrenciler için felsefe dersi yapmanın imkânını oluşturur. Jacotot kitabı öğrencilerine dağıtır ve bir tercüman aracılığıyla, kitabın Felemenkçe bölümünden yardım alarak Fransızca bölümünü anlamaya çalışmalarını söyler; bir süre sonra da okuduklarına ilişkin Fransızca bir metin yazmalarını talep eder.
Tek kelime Fransızca bilmeyen öğrencilerinin bu oyuna/ deneye katılmasını bile cesurca bulan Jacotot, öğrencilerin yazdığı metinlerde berbat ifadelere rastlamayı beklerken, kendince hiç beklenmedik bir sonuçla karşılaşır: “Hocanın” öğretimi olmadan eğitilmiş “öğrenciler” –ki artık bu tabir ironiktir- Jacotot’a büyük oranda anlamlı ifadelere sahip Fransızca metinler teslim ederler.
Bu andan itibaren kendi öğrenmişliğini sorgulayan kişi Jacotot olur. Ortada bir bilgi aktarımı yokken eğitilebilen kimseler söz konusu ise, “hoca”nın varlığını ilkesel olarak nerede konumlamak gerekir? Bu pratik, Sokratesçi doğurtma yönteminde cahil taklidi yapan hocanın konumunu alt üst eder. Bu kez sahiden “cahil” bir hoca (Felemenkçe bilmeyen Jacotot), “cahil” öğrencilerle (Fransızca bilmeyen bir kitle) cehaletin imkâna dönüştüğü bir düzlemde karşılaşmıştır: Bir eşitlik düzleminde. Rancière de bu eşitlik düzlemini vurgulamak amacıyla pedagojik aklı kritik eder: Cahilin bilgiye olan mesafesini kısaltan pedagojik aklın mantığı, açıklamaya dayanmaktadır.
Pedagojik sürecin her ne kadar epistemik bir statüye sahip olduğu ilân edilse de Jacotot’un deneyiyle bu sürecin mekanizmasının bir bilen- bilmeyen hiyerarşisine göre işletilemeyeceği de açığa çıkmıştır. Öyleyse cahil hoca pratiği, hoca otoritesinin biricikliğinin yarılmasına ve taraflar arasında paylaştırılmasına sebep olmuştur.
Rancière’e göre benzer bir açıklama mantığı medya tarafından da işletilmektedir. Gündelik deneyimlerimiz ve güncel siyaset bir gizem örtüsü altında bize sunulmakta ve aslında öznesi olduğumuz olguların bilgisine sahip olmak için medyanın dolayımına ihtiyacımızın olduğu varsayılmaktadır. Oysa bu egemenlerin tahakküm kurma biçimlerinden biridir: Faili olduğumuz bir gündem hakkında bilgi edinmek için medyanın yorumunun aracı kılınması, söz konusu gündemin devlet dolayımındaki bir siyaset biçimine alternatif sunan bütün olanaklarının da iptal edilmesi anlamına gelir. Rancière ise bu olanaklar alanının korunması adına ekonominin zamansallığını kıran bir zamansallığın tesis edilmesi gerektiğini vurguluyor: Gece’nin paylaşımı.
Sınıf kavrayışının Marx tarafından değil bizzat siyaset felsefesini icat edenler -örneğin Aristoteles- tarafından icat edildiğini söyleyen Rancière, Marksist düşünceyle birlikte proletaryanın indirgendiği anlamın sorunlu olduğunu belirtti: Emekçi ama yoksul üstelik de susan kimse. Oysa işçi sınıfı adı altında bir kitleden söz edeceksek homojen bir topluluktan değil, devrimciler kadar karşı-devrimcilerin de içinde bulunduğu bir gruptan söz edilmeliydi.
Rancière de çok ayrımlı bir ortaklığı betimleyebileceği bir zamansallık dilimi olarak gece’den söz etti: Proleterlerin Gecesi’nden. Rancière’i Proleterlerin Gecesi’ni yazmaya götüren neden basitçe işçilerin mağduriyetini anlatmak değildi, onların konumunu sistem içinde sabitleyen zamansallığı kıran bir an olarak gecenin imkânlarını ortaya çıkarmaktı. Düzenin, egemenin, otoritelerin zamansallığından kopuş; pedagojinin, ekonominin, medyanın zamansallığından kopuş… O halde, hocanın açıklamalarını, medyanın yorumlarını, ekonominin verdiği payı reddedileceğimiz bir zamansallığı tesis edebilir miyiz?
Durağanlaştıran bir zamanın içinde ak(ışk)an bir zamansallık açmak mümkün mü? Afganistan’ın Amerika’ya söylediği o büyük sözü hatırlayalım: “Sizin saatleriniz var, bizim zamanımız!”
Düzenin saatlerini durduran bir ara-zaman da Gezi olduğundan, Rancière sistemin sürekliliğini kesintiye uğratan anları da konu etti. Aspe ise özellikle duran-adam eyleminin düzenin zamansallığını sekteye uğratmanın iyi bir örneği olduğuna değindi. Bir Fransız performans sanatçısının da benzer bir şekilde, şehrin zamansallığını değiştirip yavaşlatmak adına şehrin muhtelif yerlerinde çok yavaş bir biçimde yürüdüğünden söz eden Aspe, bir eylemi ya da etkinliği siyasal ya da sanatsal kılan şeyin hangi bağlamda gerçekleştirildiğiyle ilişkili olduğunu anlattı. Rancière’e göre ise sanat ile siyaseti sonsuzca birbirlerine dönüştüren pratikler, bazen düzen-kıran bazen de düzen-kuran bir biçim alabiliyordu: “Bauhaus” bu niyetlenilmemiş sonuçların en acı örneklerinden biriydi.
1. Dünya Savaşı sonrası bir grup Marksist sanatçı, zanaatkâr ve mimar, sanatlarını ve işlerini artık burjuvalar için yapmayacaklarını ilan etti. Viyana mimarisini temsil eden gotik akımı ve bu akımdan türeyen estetiği reddediyorlar; onun yerine daha işlevsel bir sanat algısını yerleştirmeye çalışıyorlardı. Bu sebeple işçiler için çok ışık alan büyük pencereli havadar mekânlar inşa etmeye, resimlerini tuvale değil kapı ve duvarlara yapmaya, o büyük-yüce burjuva sanatını bırakıp gündelik eşyalar (lamba, mutfak eşyası, sandalye…) tasarlamaya başladılar. Fakat onların işçileri hayal ederek yarattığı dünya savaşın mekânına dönüştü.
2. Dünya Savaşıyla birlikte o geniş, havadar mekânlar getto olarak kullanıldı; işçiler geçerken görsün diye resimlerin yapıldığı kapılar sökülüp müzelere konuldu. Bauhaus okulunun estetiğin reddiyle tasarladığı gündelik eşya, savaşın ardından yeni bir estetik kurdu ve Bauhaus, kapitalizmin çarkını en hızlı döndüren firmalardan biri, bir marka haline geldi.
Bu kederli çabanın bilgisini veren Rancière’e devrimci kuramın krizinin nasıl aşılabileceği soruldu. Fakat soruyu en güzel Aspe yanıtladı: “Devrimci olmak için bir devrim kuramına ihtiyacımız yok!” Tabii Rancière de bu özne olma konumunu devreden/ teslim eden anlayışla alay etti: “O halde şimdi sizlere devrimci kuramcı rolünü oynamalıyım!” Öyleyse nedir sözü devretmenin anlamı? Sözü filozofa teslim etmenin, hocaya, medyaya ya da egemene teslim etmekten bir farkı var mıdır? Galiba tek fark, filozofun o sözü asla teslim almayışıyla ilgili. Aspe tam da bu yüzden kendisine Gezi ile ilgili sorulan soruları bıçak gibi kesecek bir hamle yaptı. Soruyu o sordu: “Gezi’dekiler kimdi?”; “O ilk coşkunun sona ermesinden yakınıyorsunuz da, bu siyasal eylemliliği sürdürmenin sorumluluğu kime ait?”
Sözü devretmek siyasal varlığımızı devretmek anlamına gelmiyor mu? Oysa Gezi’deki bulunuşumuz, gücünü tam da bu siyasal varlığımızın gasp edilişinden almıyor muydu? Rancière halkın neliği üzerine tartışırken, varlığını kendisine katılabilme açıklığı olarak sunan bir birliktelikten söz ediyordu. Öyleyse niceliği pek önemsiz olan bu birlikteliğin nitelikleri de apaçık bir belirlenime sahip değildi. (“Bulunmaz Halkçılık” adlı metin MonoKL’un Halk Nedir? seçkisinde yayınlanacak.) Gezi’deki halk mıydı? Belli ki bu çok tartışılacak ama halkın bir Gezi’si olduğu kesin.
Gezi’yi tüm yükleriyle birlikte gezinen bir düşünce olarak düşündüğümüzde Rancière’in İstanbul’a gelişi, İşgal Evi’ndeki bulunuşu ve ortak foruma katılmış olması çok anlamlı. Fakat bu anlam, değerini filozofun varlığından çok Gezi’deki oluştan alıyor. Sözümüzü teslim etmeden ilan etmekse, düşünüre bir düşünce armağan etmenin, Rancière’i ve Aspe’ı hayatını kaybeden arkadaşlarımızın yasına ve hayata hayatlar katan şenlikli direnişimize ortak etmenin en güzel yolu olsa gerek. (CB/HK)
[1] Organizasyon, Bakırköy Belediyesi sponsorluğunda MonoKL yayınevi aracılığıyla gerçekleştirildi.
[2] Cahil Hoca, Metis Yayınları tarafından yayına hazırlanıyor. Yine Siyasalın Kıyısında; Filozof ve Yoksulları; Özgürleşen Seyirci ve Tarihin Adları adlı Rancière kitapları da Metis Yayınları tarafından yayınlanmıştır.