Taksim barikatlarını aşıp özgürleştirilmiş, devletsiz alana vardığınızda gerçekten sıra dışı farklılıklar taşıyan direnişçiler arasında ilk fark edeceğiniz ortaklıklar öfke, dayanışma ve fedakarlık duyusu oluyor.
Son günlerdeyse CHP’nin, medyanın ve liberallerin Taksim ayaklanmasının ısrarcı direnişinin boyutlarını kısıtlamak için uzlaşmacı sağduyu çağrılarına tanıklık ediyoruz. Ezilenlerin devrimci kurtuluşu için sayısız esin kaynağıyla dolu Tarih Kavramı Üzerine Tezleri’nde Walter Benjamin de o zamanların sosyal demokratlarının ezilenlerin devrimci enerjisini frenlemesini eleştirerek, sosyal demokrasinin ezilenlere öfke ve fedakarlık duygusunu unutturduğunu kaydeder. Ve her iki duygunun da köleleştirilmiş atalarımızın imgeleriyle beslendiğini belirtir. (*)
Bugün Taksim’den başlayıp bütün olanları üç-beş ağaç meselesine indirgemek, 12 Eylül’den bu yana susturulan ve adaletsizliklerle boğulmaya çalışılan halkların çığlıklarının yerin altında ve üstünde, bilinçaltında biriktiğini görememekten ileri geliyor. Elbette ki bu görmezden gelmenin sebebi zor aygıtlarının pervasız ve sınırsızca kullanılması, ve daha da önemlisi demokrasiyi bir rakam hesabına indirgeyen Erdoğan rejiminin her şeye muktedir sanısını 10 küsur yıllık iktidarda kökleştirmesinden; kibrinden kaynaklanıyor. Ve kibir TOMAları, gaz bombalarını, copları, devleti işlevsiz kılan öfkeyi yaratıyor. Öfkenin, ve onursuzluğun dayatılmasına kayıtsız kalmamanın ardından elbette ki sokak ve eylem geliyor. Arap halklarının kalkışmalarına ve işgallere tanık olan son yıllardan sonra, öfke ve siyasetin ne kadar ayrıştırılamaz olduğunu İstanbul ve ardından Türkiye yeniden hatırlatıyor bizlere.
Öfke ve fedakarlık, aslında uzlaşmaz gibi görünen iki duygu gibi görünse de kapitalist sömürü, siyasetin bir uzmanlar dairesine ve sandık demokrasisine teslim edilmesi karşısında kendi sözlerini söylemek isteyen çapulcuların, baş olması düşüncesi bile küçümsemeyle anılan ayakların sarsılmaz birliğinin/ortaklığının tutkalını oluşturuyor.
Bu ortaklıkların anlattıkları çokça tartışılacak gibi görünüyor. Lakin şu olağanüstü anda bu ortaklığın gücünün görülmesi gerekiyor. Bu ortaklık liberal-çok kültürcü modernitenin bolca reklamını yaptığı saygı ve tolerans tanımlamalarına sığmıyor. Bu ortaklık, kültürel ve varoluşsal hakları elinden alınmış, kağıt üzerindeki soyut vatandaşlık kabuğuna sıkıştırılmış ‘kafeinsiz öteki’ne karşı sunulan göstermelik hoşgörü kalıplarına da sığmaz. Daha ziyade bu ortaklık ötekinin varlık hakkını tanımakla(recognition), onun varlığıyla güçlenmekle, onun varlığını istemekle kurulan bir şeydir.
Dün gece Gezi Parkı’nda Miraç Kandili’nde direnişçilerin bir kısmının düşünceleri ve kutsallıkları karşısında direniş alanının işaret ettiği böyle bir ortaklıktır. Mübarek’i deviren ayaklanma sırasında ‘Secde eden Müslümanların başında nöbet tutan Hıristiyanlardan” etkilenen Badiou da saf biçiminde komünizmin, “Paris Komünü’nden beri en saf halinin” tüm özelliklerini görmüştür Tahrir Meydanı’nda.(**) Kendi kendini yöneten, kendi temizliğini, günlük hayatını çözen, ücretsiz yiyeceklerin dağıtıldığı, gazdan etkilenenlerin hemen arka saflardaki yoldaşlarının ‘ilaçlarıyla’ spreylendiği, duvarlara asılan ‘Direnişçiler Daire 6’ya sığınabilir’ notlarına tanık olan Gezi Parkı direnişinde Tahrir benzeri, Paris benzeri bir komünün parıltılarını görmek elbette ki mümkündür.
Yine not düşmeli; AKP’nin diliyle ‘endişeli laiklerle’, radikal muhalefetin deyimiyle ‘ulusalcı Kemalist kesimlerle’ yan yana gelişlerin ve ortaklıkların azımsanamayacak bir kaygı yarattığı da görülüyor. Ama tarihi aylaklık edilecek bir arşivler yığını olarak görmüyorsak, örneğin Yunanistan’daki SYRIZA’nın hikayesi bize çok şey anlatabilir. 2009 seçimlerinde oyların sadece yüzde 4.6’sını alan Radikal Sol Koalisyon (SYRIZA) IMF ve AB’nin yıkım paketlerine karşı verilen üç yıllık çetin sokak mücadelelerinin, halkçı söyleminin ve pratiğinin etkisiyle 2012 seçimlerinde oyunu yüzde 27’ye çıkarmayı başarmıştır. Seçmen ve örgütlü özne, sandık demokrasisi ve kitlelere temas eden karar hakları ayrımlarını bir kenara not edersek, SYRIZA’nın oylarının büyük çoğunluğu bizim CHP ile özleştirebileceğimiz PASOK’tan geçmiştir. Yani bizim bir haftada ortadan kalkmadığından yakındığımız ulusalcı-radikal sol çatışması üç yıllık azimli bir mücadelenin sonucunda aşılabilmiştir. Yani: sabır ve emek. Yani: derhal politik resonansı yaygınlaştıracak araçlara sarılmak. Tabi ki tek ortaklık kurulabilecek halk kesimlerinin şimdikiler olduğunu söylemiyoruz; AKP’nin hegemonyası altındaki milyonların geleceği için de aynı sabır ve emekten kaçınılmamalıdır.
Çıkarılması gereken dersleri iyi ölçüp biçmek gerekiyor. Eğer niyeti varsa –ki demokrasiyi çoğunluğun karar alma yetkilerini tamamıyla gasp etmesi olarak algılayan Erdoğan’ın kör edici kibir düzeyine bakılırsa hiç sanmıyorum- AKP’nin bu isyandan çıkaracağı çok ders olmalı. “Bu halktan bir şey olmaz” diyerekten yıllarca tepeden bakan ve şimdi kitlelerin gücü karşısında şaşkınlığı açık seçik ortada olan sinik muhalefetin öğreneceği çok şey var. Polis-asker devleti karşısındaki korku duvarı onlar için de başka bir sınıra geldi, çokluklara güven başka bir boyutta artık. O yüzden, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ı” daha güçlü söylemek için öfke derhal siyasetle buluşturulmalıdır. (ZG/ÇT)
(*) Walter Benjamin. (1993). Tarih Kavramı Üzerine Tezler. Son Bakışta Aşk içinde. Sunuş ve yayına hazırlayan: Nurdan Gülbilek. s. 46. İstanbul: Metis.
(**) Bülent Diken.(2012) “İsyan, Devrim, Eleştiri”; Metis Yayınları (İstanbul-2012) Syf. 241.