Mısır’da 30 Haziran 2013 Ayaklanması’nın askeri darbeyle sonuçlanmasının, kuşkusuz, Gezi Direnişi için bir anlamı var. Önceden de, sık sık, Tahrir-Taksim karşılaştırılması yapılırdı. Daha da yapılacağa benzer.
Bu karşılaştırmaları, muhalif kesimler yanında, hükümet yanlıları da yapmaktaydı ve yapacaklar. Bunlar, Müslüman Kardeşler karşıtı ve ‘Batı’ yanlısı bir rejim olarak muhafazakar yazarların pek iyi anmadığı Mübarek rejiminin devrilmesini muhafazakarların zaferi olarak gördükleri için, Tahrir-Taksim benzerlikleri kurmaktan çok, farklılıklara odaklandılar. Bunlara göre, Tahrir, kutsal bir direniş; Taksim ise darbecilerin hükümeti yıkma girişimi idi.
Kimi muhalifler içinse, benzerlikler, daha dikkat çekiciydi: Örgütsüz olan, sosyal medya üstünden biraraya gelen, diktatörlüğe karşı kitlesel bir ayaklanmaya karşılık gelen ve bir işgal hareketi olarak yapılaşan Tahrir, Taksim’le büyük benzerlikler taşıyordu. Oysa, Tahrir, baskıcı ve laik bir diktatörlüğe karşı gerçekleştirilirken; aynısı, Taksim için geçerli değil.
30 Haziran ayaklanmasına kadar olan dönemde, farklılıkların benzerliklerden daha fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte ağır basan farklılıklar:
1) Tahrir, ekonomik boyutu olan bir ayaklanma iken; Taksim, siyasal yönü daha da ağır basan bir ayaklanma.
2) Tahrir’de, cinsel taciz, sıradan iken; Taksim’de, polisin yaptıkları dışında, tek bir taciz olayına rastlanmış değil. Hatta bu nedenle, şakayla karışık şu yorum yapılıyordu: “Taksim’de günlerce hiç bir taciz olmadı; başbakan, zor tuttuğunu söylediği yüzde 50’yi tutmaya devam etse iyi olur.” Aynı biçimde, Türkiye’de, yürüyüşlerde, göstericiler, genellikle, yeşil alanlara basmıyor; kaldırımlar, insanlar geçebilsin diye boş bırakılıyor. Hatta yoldan geçme durumunda, araçlara tek şerit bırakılması ve kimi direnişçilerin gönüllü trafik polisliği yapması sözkonusu olabiliyor (bkz. Kadıköy’deki Sivas anması, 2 Temmuz 2013).
3) Tahrir, başkentte; Taksim ise, başkentte değil. Bu, uzamsal anlamda ve olay kurgusu açısından önemli bir fark. Tahrir, birçok Güney Amerika ülkesinde olduğu gibi (özellikle de, Arjantin örneğine bakılabilir), zaptedildiğinde, fiziki olarak hükümeti düşürülebilecek bir yer. Taksim ise, öyle değil. Tahrir, bu açıdan, daha çok, Kızılay’a benziyor. Taksim’de, bir tane bile hükümet yapısı yok. Aslında, protestolar, havaya yapılıyor. Başka ülkelerde ise, protestolar, bakanlıklar, valilik, genelkurmay başkanlığı, başbakan ofisi, cumhurbaşkanı köşkü, parlamento vb. önünde yapılıyor.
4) Taksim, çevreci bir tepkiyle başladı. Tahrir’in dinamikleri ise, başından beri farklıydı.
5) Tahrir’de 30 yıllık bir diktatör sözkonusuyken, Taksim’de 10 yıllık bir diktatör, hedefte. Bu yönden de çeşitli farklar var.
6) Tahrir, alternatif bir toplum oluşturmaktan çok, Mübarek’i hedef alırken; Taksim, Erdoğan’ın istifasına kilitlenmekle birlikte, aynı zamanda, alternatif bir toplum olarak komünü hayata geçirmiş bir deney.
7) Tahrir’de, sol, görece zayıfken; Taksim’de örgütlü sol, azınlık olsa da, örgütsüz kitlenin sola eğilimi var.
8) Tahrir’de diktatör, 18 günde düşerken; Taksim’de bunun için aylar hatta yıllar gerekiyor.
9) Tahrir’de Mübarek’in devrilmesi, 846 ölüme mal olmuşken; Taksim için direnişlerde 5 ölüm oldu ve bunların hiçbiri, Taksim’de olmadı.
10) Tahrir, Tunus Devrimi’nden esinlenirken; Taksim, başka bir devrimden esinlenmeyip kendisi bir esin kaynağı oluyor. Kuşkusuz, Tahrir, sonrasında, başka ülkelerdeki direnişçileri de esinledi.
Gezi açısından Tahrir
Bu karşılaştırma noktaları uzatılabilir ve benzerlikler de bulunabilir elbette. Ancak, biz, şimdi asıl konumuza geçelim: Mısır’da 30 Haziran 2013 ayaklanmasının darbe ile sonuçlanmasını Gezi Direnişi açısından nasıl yorumlamalı? İşte yanıtlar:
1) 3 Temmuz Darbesi, halk ayaklanmasına el koyma eylemidir. Halk ayaklanması, ordu tarafsız olsaydı; zaten Mursi’yi devirecekti. Ordu, ‘laik ordu’ hayali kuranların tersine, halkın kendi iktidarını kurmasını engellemiş oldu. Türkiye’de böyle bir olasılık zaten bulunmuyor. Türkiye’de ordu, AKP’nin ilgili politikalarıyla ehlileştirilmiş durumda. Ancak, Türkiye, Gezi Direnişi’yle, dünya toplumsal mücadeleler tarihine ve toplumbilim yazınına kattığı kavramlara bir yenisini ekleyebilir: Polordu eliyle polis darbesi.
Mursi’nin Amerikan çıkarlarını korumakta başarısız olduğu noktada ordu, yönetime el koyup “ben o çıkarları daha iyi korurum” iletisi geçiyor. Darbe şefinin ABD ile bağlantısını böyle okumalı. Bu açıdan, durum, 12 Eylül’le benzeşiyor. Kimi kesimlerdeki yaygın kanının tersine, sanki harika bir demokrasi varmış da ona darbe vurulmuş gibi bir varsayıma dayanan ‘12 Eylül darbesi’ sözü, doğru değil. 12 Eylül 1980, ‘darbe’ye değil, ezenlerin sınıfsal ittifakının, diğer bir deyişle oligarşinin yönetme yöntemini değiştirmesine karşılık geliyor. 12 Eylül, sivil faşizmden askeri faşizme geçiş demektir; bir ‘darbe’ değildir. 12 Eylül’e ‘darbe’ denmesi için, ondan önce çok başarılı bir biçimde işleyen sosyal bir demokrasinin olması gerekirdi. Şimdi, Morsi’nin düşürülmesi haberini alan ABD, 12 Eylül’de olduğu gibi, “bizim çocuklar yaptı” anlamına gelecek sözler sarf ediyor büyük olasılıkla. Sivil değil; askeri faşizmin çanları çalıyor. Erdoğan, Amerikan çıkarlarını başarılı bir biçimde temsil edemeyip İngilizce’de ‘gidici siyasetçi’ anlamına gelen ‘topal ördek’ (‘lame duck’) düzeyine geldiğinde, başka tür faşizmlerle karşı karşıya kalınabilir. ABD’nin demokrasi söylemini kazıyınca, dünyanın çeşitli ülkelerindeki Amerikancı diktatörlerle yapılan kanlı işbirlikleri çıkıyor sonuçta. Yani Mursi’nin yerine ordunun gelmesi, Mısır’da iktidarın ABD’den yine ABD’ye geçtiğini gösteriyor aslında.
2) İran’da reformcuların desteklediği Ruhani’nin başa geçmesi ve böylece savaş çanlarının durulması, Obama’nın bölgede Erdoğan’a ve Davutoğlu’na olan muhtaçlık halini zayıflatıyor. Bunun üstüne, yine Amerikancı ‘ılımlı İslam’ı temsil eden Mursi’nin de iktidardan düşmesi, AKP’nin konumunu sarsacak nitelikte. Gezi Direnişi sonrasında, Mursi’nin ordunun müdahalesiyle olsa bile düşüşü, ‘ılımlı İslam’ı bir model olmaktan çıkardı. Bu nedenle, Mursi’nin düşüşü, Gezi Direnişi’ni uluslararası olarak güçlendiren bir gelişme. Ayrıca, asker müdahale etmeden çok önce, birçok bakanın istifa etmesine dikkat çekelim. Asker işin içine girmeseydi; hükümet, zaten, sapır sapır dökülüyordu.
3) Mısır Devrimi’nin ordu tarafından çalınması, ilk kez gerçekleşmiyor. Mübarek’in düşüşünden sonra da, ordu, geçici olarak yönetime el koymuştu ve bu geçici dönemde, Tahrir direnişçilerine hiç de iyi davranmadı. Diğer bir deyişle, Tahrir direnişçileri, bu tür bir olasılığa karşı zaten tetikteydi. Bundan sonraki süreci, CNN, BBC ve diğer ‘Batı’lı basından değil, direnişin belkemiğini oluşturan sol parti ve örgütlerin açıklamalarından izlemeli.
4) Gezi Direnişi’nde, “ordu, göreve” zihniyetinde olan ulusalcıların da olduğu biliniyor. Ancak, böyle bir ordunun artık bulunmadığı da biliniyor. Ayrıca, birçokları için, Lice’deki devlet terörüne karşı, Kadıköy’de ve Taksim çevresinde, Mustafa Kemal bayraklı protestocuların Kürtçe sloganlar attıkları (“biji bıratiya gelan” ve “jin, jiyan, azadi”) gözlemleniyor. Taksim çevresinde, Ermenice slogan bile atıldığı görülüyor. Taksim Meydanı’nda, Apo sloganlarıyla “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı, yanyana olan gruplar tarafından atılıyor ve aralarında kavga çıkmıyor. Olası bir anlaşmazlığı, iki gruptan da olmayan solcular, “yaşasın halkların kardeşliği” ve “faşizme karşı omuz omuza” sloganlarıyla çözümlüyorlar. Bütün bunlar olduğu sırada, Sırrı Sakık, Gezi direnişçilerine ‘darbeci’ diyordu. Gezi’nin ortak sloganları olduğu kadar grupçu sloganları da var ve bu, çok doğal. Direniş, dönüştürüyor. Lice’de öldürülen Medeni Yıldırım’a ve genel olarak Kürtlere sahip çıkılırken, Sırrı Sakık, Ahmet Türk ve genel olarak BDP, Gezi’ye katılan direnişçiler arasında etkisini yitiriyor. Ayrıca, Kürt hareketini ağaların ve aşiretlerin temsil etmesi de sık sık eleştiriliyor. Meclisteki partiler kan kaybederken, meclis dışındaki küçük partiler, güç kazanıyor.
Darbe yanlıları var evet; kimi forumlarda çok baskınlar ve kimseyi konuşturmuyorlar. Ancak, 2 Temmuz 2013’te İstanbul’daki tüm forumların katılımıyla Kadıköy’de gerçekleşen Sivas katliamı yürüyüşü gösteriyor ki; ‘darbecilik’, azınlıkta. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyenlerin çok azı, askeri ‘darbe’ istiyor. Zaten 12 Eylül, bu kesim tarafından, şekilci bir Atatürkçülük’le suçlanıyor. Ve zaten ‘darbe’ yapması umulanlar, 12 Mart’tan beri NATO’nun askerleri. ‘Ulusalcı’ diye bilinen birçok komutan, aslında yüksek düzeyde Amerikancı.
5) Gezi Direnişi’nde azınlık olan ‘darbeciler’, Tahrir’de bundan sonra olacakları gördüklerinde, zaten askeri yönetimin ne menem birşey olduğunu bir kez daha görecekler. Tahrir’de olanlar, ne yazık ki, Portekiz’deki Karanfil Devrimi’ne benzemiyor. Elbette, “asker=diktatörlük ve sivil=demokrasi” biçimindeki liberal söylem yanlış. Hitler’in seçimle iktidara geldiğini; asker Chavez’in ise aslen bir ‘darbeci’ olduğunu anımsatalım. Yine de, dünyada, askeri ‘darbe’lerin çok çok azı, ilerici. Ve üstelik, Gezi’nin hedefi, Erdoğan’ın gitmesi değil; AKP’nin ve onun arkacısı olan ezen sınıflar ittifakının düşürülmesi olmalı.
Sonuç
Tüm farklılıklara karşın, Taksim’in Tahrir’den öğrenecekleri bulunuyor: Mısır’da 2011 sonrasında olanları ayrıntısıyla incelemek gerekiyor.
Gerekiyor; çünkü Erdoğan yerine, Gülen cemaatine daha yakın bir figürün başa geçme olasılığı bulunuyor. Buna hazırlıklı olmalı. Tahrir’in de Taksim’den öğrenecekleri var elbet: Direniş, yalnızca bir diktatörü devirmek değil; iktidar üstünde sürekli bir halk denetimi düzeneği kurmaktan geçiyor.
Demokrasi ise, sandıktan değil; gündelik yaşamın katılımcı bir nitelik kazanmasından geçiyor. Böyle bir gündelik katılımcılıkta, başkanlık sistemine de, AKP’ye de ve onun temsil ettiği anti-demokratik, anti-laik ve vahşi kapitalist zihniyete de yer yok...