Gezi parkı direnişi ve yarattığı ihtimaller üzerine daha çok konuşacağız. Ancak bana kalırsa bu tartışmalar ve kuramsal üretimlerimiz esnasında aklımızdan çıkarmamamız gereken en önemli şey meydanlara ellerinde Türk bayrakları, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye dökülen 20’li yaşlarının başındaki gençlerin klasik Kemalizm’den son derece farklı bir gerçekliğe işaret etmeleri.
Mine Kırıkkanat’ın o meşhur yazısını hatırlarsınız, hani otoyol kenarındaki parklarda mangal yaparak hafta sonları biraz olsun piknik tadı yaşamak isteyen insanları, balık da yemeyi bilmez bunlar, diyerek aşağıladığı... Kemalizm’e damgasını vuran bu elitist tavır, “eski İstanbullular, eski İzmir’liler,” şehirlerin “gerçek” sahibi olduğuna inanan, başörtülüleri “sıkmabaş” diye hor gören, kendilerini salt, çokça sınıfsal olan, belli kılık kıyafet kodları üzerinden ilerici görmekle beraber sahiplendikleri değerlerin ırkçı ve dışlayıcı tabiatını sorgulamayan, mevzu azınlık hakları bilhassa da Kürt meselesine gelince hepten çuvallayan “beyaz Türk” tabir edegeleceğimiz bir kısım eğitimli orta ve üst sınıfı açıklıyordu. Bu açıdan aslında başlangıcından itibaren “tepkisel” bir hareket olan Kemalizm’in yarattığı mağduriyetin Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tarafından nasıl başarıyla kullanıldığı üzerine epey konuştuk. Esasen AKP’ye halk nezdinde sahip olduğu meşruiyeti, takipçisi olduğu sağ kanat iktidarlardan çok daha iyi yönetmeyi bildiği bu mağduriyet psikolojisinin sağladığını keza yıllardır tartışıyoruz. AKP’nin muktedir konumu güçlendikçe, maalesef başından beri cumhuriyetimizin iktidarlarını tanımlayan cüretkar, kibirli “ben yaptım oldu’cu” tavır yerinde bir biçimde “ikinci Kemalizm” olarak ele alındı.
AKP iktidarının yine “tepkisel” tabiatı gereği Kemalizm’in aynadaki ters dönmüş yansıması olduğunu söyledik. Her iki hareketin de meşruiyetini bir diğerinin olumsuzlanmasına dayandıran bu “tepkisel” karakteri gereği demokrasiye uzak olduğunu söyledik. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, sanki seçmenleri sırf ona oy verdiler diye, Hobbes’cu bir sözleşmeye imza atmışçasına, canlarını, irade, vicdan ve her tür türlü kararlarını kendine sorgusuzca teslim ettiğini sanması bundandır.
Demokrasi ve oy kullanmak, Erdoğan’a göre Hobbes’cu sözleşmenin altına imza atıp bir sonraki seçimlere kadar köşesine çekilmek; aklını, bedenini ve iradeni hepten iktidara teslim etmektir. Bütün tepkisellik üzerine kurulu rejimlerde olduğu üzere iktidarı korku ve olumsuzladığına karşı şevkle beslediği nefret yerinde tutar. Polisini eylemcilerin üzerine tekbir sesleriyle salan (bir Hrant Dink anması sonrası bunu bizzat kendim de yaşamıştım), bilhassa İzmir’de eli satırlı canileri halkın üzerine koşan, kürtaj hakkını savunan kadınları “hafif meşrep” ilan eden Başbakan şahsında cisimleşen bu iktidarın, açıkça belli kesimlere şahsi bir nefret beslediği direnişimiz esnasında ve öncesinde ettiği sözler de aşikardır.
Şimdi, Gezi direnişinde sosyalistlerle, komünistlerle, anarşistlerle, her kesimden kent hakkı savunucularıyla, LGBT bireylerle, feministlerle, Kürtlerle, anti-kapitalist Müslümanlarla, seks işçileriyle yan yana belki de hayatlarında ilk defa sokaklara dökülen, Türk bayraklı genç insanları bu tabloda nereye koymalı?
Öncelikle, bu genç insanların, otoban kenarında piknik yapanların kent hakkını savunduklarını unutmayalım. Buradan bakıldığında, AKP’li burjuvaziyle Mine Kırıkkanat’ın benzerliğini görmüyor musunuz? Ya Gezi direnişçilerinin aksine herkesin İstanbul’un sokaklarına, parklarına, meydanlarına erişim hakkını, o Mine Kırıkkanat’ın beğenmediği, muhtemelen AKP’ye oy veren kalabalıkların otoban kenarına iliştirilmiş parklara hapsedilmemesini ama illa ki çolukları çocuklarıyla meydanlarda, parklarda olmalarını istediğini? Bu genç insanların her daim toplumdaki muteber konumlarına atıfta bulunmayı seven klasik Kemalistler yerine kendilerini “çapulcu” tabir etmekten keyif aldıklarını. Cumartesi günü Kadıköy’de miting yapmak isteyen CHP’ye, bizzat kendi seçmeninin Kadıköy’de ne işimiz var, miting zamanı mı üstelik, bizim yolumuz Taksim’e dediğini. Gezi Parkı’ndan kandil simitleri dağıtıldığını. Twitter’da insanların, “bunca yıl Diyarbakır’da olanları biz bu medyadan mı izlemişiz?” “bize bir haftada bunu yapan 30 yıldır Kürt’lere ne yaptı kimbilir” dediğini. Başörtülü kadınları meydanlarda görmekten herkesin büyük keyif aldığını.
Gezi parkındaki koca komünde insanlar Roboski ve Reyhanlı katliamlarında ölenlerin isimlerinin verildiği ağaçların altında, paranın olmadığı bir yaşam kuruyor; Kırıkkanat’ın burun kıvırdığı piknikçiler gibi çıplak toprak üzerinde sırt sırta veriyor. AKP’nin vahşice savunduğu neo-liberal politikalar karşısında, AVM’lerde, janti kafelerde değil parklarda, bahçelerde, sokaklarda yaşamak istiyorlar. Bu haliyle Gezi direnişi aktif bir harekettir; bunun içerisinde kendine yer bulan herkes geliştirilen son derece yaratıcı ve her türlü şiddete rağmen mizahı, gülmeyi, eğlenmeyi ve dans etmeyi elden bırakmayan bu muazzam kuvvetlerin olumlu duygulanımları altında dönüşmektedir. Bu dönüşümü “tepkisel” hareketlerin kategorileri üzerinden boğmaya çalışmak en büyük karşı-devrimcilik olacaktır.
Demem o ki, bunu göremezsek, bu süreçte, “yüzde yedi darbeci bile olsa ben oraya gitmem de gitmem” diyenler salt direnişin ve devrimin esasını oluşturan sokakta dönüşüm ihtimalini yok saydıklarından ötürü yeni –belki de yine- elitistlerimiz olacaklardır. Hayat sokakta değişir; insanlar sokakta dönüşür. Geçen gün Gümüşsuyu barikatlarının arkasında bir grup genç kadınla denk geldik. İçlerinden biri, “Öldürecekler bizi, asker neden yardım etmiyor?” dedi. Ben de “Aman olmaz olsun askerin yardımı, asker yardım mı edermiş, yıllardır darbelerden ancak başımızı kaldırıyoruz,” dedim. Arkadaşı “Evet biz bunu kendimiz gerçekleştirmeliyiz halk olarak. Demokrasi kültürünü geliştirmemiz lazım,” dedi. Genç kadın biraz düşündü, “Doğru, mesela ben korkuyorum çok, evde otur diyorum kendime ama olmuyor oturulmuyor, uyuyayım diyorum uyunmuyor. İlla geleceğim artık başka yolu yok,” dedi.
Bayrağı, flamayı AKM’nin üstüne, Gezi parkındaki masanıza bırakın, zeminde barikatları gezin, insanlarla yoldaşlık zemini üzerinden konuşun. Beğenmeyerek, burun kıvırarak, küçük görerek, ahkam keserek değil ama heyecanla, yoldaşlıkla... Devrim adı üstünde dönüşmek, dönüştürmektir zira; siyasi parti politikaları, cevval, “delikanlı” profesyonel devrimcilerin kafalarındaki tahayyüllerin kitlelere dayatılması değil.
Unutmayalım, bir müddet düşünüp doğru aslında diyen genç kadın, “bize bunu yapan Kürtlere kim bilir neler yaptı” diyen ulusalcılar, neyin doğru neyin yanlış olduğunu pek iyi bildiğini sanan profesyonel devrimcilerden ayrıca elini temiz tutmaktan pek bir hoşlanan, “steriller”den çok daha devrimcidir çünkü sokağa indiği andan itibaren bambaşka bir insan olmaya hazırdır. Yine unutmayalım Başbakan Erdoğan’ın kendisine karşı olan herkese yapıştırdığı “ideolojik” yaftası esasında sokakta dönüşüm imkanını reddetme, bu imkanı türlü yollardan önceden biçilmiş şablonlara veyahut kendi çıkarlarına çevirme çabasından başka bir şey değildir. Bu haliyle aslen “ideolojik” olan direnen insanları kah dış kuvvetler, kah Kemalistler, kah barış süreci düşmanlarına “çevirmeye” çalışan Başbakan’ın ta kendisidir. Barış süreci, benim anladığım haliyle demokratik modernite, zaten bu dönüşümden gayrı bir şey değildir. Bir kez daha barış diye diye kafamıza vurmanıza başta Kürt hareketi izin vermeyecektir. Barış sizin bahaneniz değil, bizim gerçekliğimizdir zira.
Haydi sokağa çıkalım, duvara “Mustafa Keser’in askerleriyiz” yazan direnişçiler gibi, Kemalizmin, elitizmin, milliyetçiliğin ve ulusalcılığın, ırkçılığın, şovenizmin, cinsiyetçiliğin sloganlarını bozup yeniden yapalım. Cumhuriyet tarihinin katliamlarının utanç abidesi haline gelen o bayrağı, direnişin, dönüşümün, devrimimizin simgesi haline getirelim. (ÖK/AS)
* Fotoğraf: Ayça Söylemez.