İktidarın ötekileştirici, suçlayıcı, toplumun önemli bir kısmını günah keçisi haline getiren dilinde, ahlaki bir körlük bulunuyor. Polis şiddeti yüzünden çok sayıda yaralıya ev sahipliği yapan bir caminin, ayakkabıyla girildi girilmedi tartışmasına konu edilmesi ya da gencecik insanların devletin polis ve sivil uzantıları tarafından öldürüldüğü bir dönemde, “gençlerin ölmediği, ana ve babaların gözyaşı dökmediği, herkesin umutla geleceğe baktığı güzel bir süreçten geçiyoruz” gibi bir açıklama buna birer örnek.
Kendisini hep mağdur gösterme, suçu hep başkalarına atma davranışı, insanın iç dünyasıyla yeterince yüzleşmemesi, onu tanımaması ve orada karşılaşmak istemediği şeyleri başkalarına yansıtmasıyla, başkalarını günah keçisi ilan etmesiyle ilgilidir. Kendisine böyle bir ruhsal-zihinsel dünya oluşturan kişi, aynı zamanda her şeyi bildiğini, ne kendi iç dünyasının derinliklerinden ne de başkalarından öğrenecek bir şeyi olmadığını düşünür. Örneğin twitter’da üç milyondan fazla takipçisi olmasına karşın kendisinin takip ettiği kişi sayısı sıfırdır.
Ursula K. Le Guin, enfes metni Çocuk ve Gölge’de bu durumu şöyle özetliyor: “…Gölgenize ne kadar az bakarsanız, o kadar güçlenir, sonunda tehlikeye, sığdırılamaz bir ağırlığa, ruhunuzun içindeki bir tehdide dönüşür. … Bilince kabul edilmeyen gölge, dışarı, ötekilere yansıtılır. Benim bir kusurum yok – sorun onlar. Ben canavar değilim, diğerleri canavar. Tüm yabancılar kötüdür. Tüm komünistler kötüdür. Tüm kapitalistler kötüdür. Ama kedi tekmeyi hak etmişti, anneciğim.”*
Gezi sürecinde tanık olduğumuz ve bizi şaşkına çeviren ötekileştirici söylemlerin LeGuin’in ifadesiyle ilgisi olduğunu ama buna psikolojik bir açıklama getirmek yerine ahlaki bir neden aramak gerektiğini düşünüyorum. Elbette kapitalist düzen temelinde de irdelenebilecek olan bu soruna, çoğumuzun, iktidar ve çıkar sahipleri tarafından gasp edildiği ve şantaj aracı olarak kullanıldığı için genellikle irkildiğimiz bir kavram olan ahlaki bir temelden de bakılması gerekir sanıyorum.
Ahlak** kavramını, “bacılarımıza saldırdılar” gibi retoriklerde olduğu gibi erkek egemenliğinden, namustan, kutsaldan ayırıp, gökyüzünden yeryüzüne indirerek yeniden düşünebilir miyiz?
Gezi Parkı'nda belli ki herkesin özlem duyduğu saygı ve özen dolu ilişkiler örgüsü, sanki ortak bir akılla spontane bir biçimde oluşan böyle bir ahlakı somutlaştırdı. “Gezi ruhu” ifadesinde, barikatlardaki dayanışmayla tomurcuklanan, haksızlığa karşı ortak bir dayanışmayla büyüyen böyle bir somutlaşmanın içeriği bulunmakta. Ahlak sözcüğünün başta çağrıştırdığı sınırlandırıcı ve dayatmacı içeriğine karşın Gezi’de ortaya çıkan etik yaşantı, insanlar için özgürleştirici bir deneyimin de zeminini sağladı. Özgürlük, insanın belirlendiği ve sınırlandığı dış dünyanın, kendi olanaklarıyla, örneğin herkeste eşit biçimde var olduğu kabul edilen akli yetilerle aşılmasıyla sağlanabilir. Bu özgürlüğün teminatı da, Kant’ın ifade ettiği gibi, insanın hem kendisini hem de bir başkasını, hiçbir zaman bir araç olarak değil, kendi içinde bir amaç olarak görecek şekilde düşünmesinde ve öyle davranmasında bulunur.
Gezi Parkı'nın özgürleştirici tarafının, biraz da, insanların yazılı olmayan bir şekilde yarattığı, böyle spontane ve ortaklaşa bir biçimde kurgulanan bu ahlaki ortamda yattığını düşünüyorum. Elbette Gezi’de Kantçı bir ahlak kuruldu demek temelsiz, hatta gülünç bir önerme olur. Bunun yanında, kısa süreli Gezi deneyiminin, her şeyden önce kapalı bir sistem olarak, yani şehirden bağımsız bir biçimde, uzayan bir süreçte nasıl yönlere evrileceğini kestirmek mümkün değil. Ancak, iktidar aygıtlarının (sivil polisler hariç) adımını atamadığı bir İstanbul minyatürü yaratan Gezi deneyimi, herkesin herkesle diyaloga girebileceğini gösterdi. Bu olanağı sağlayan şeylerden biri, karşılıklı saygı ve özenin temelinde, karşısındakinin aklına ve akli yetilerine duyulan güvendi.
İktidarın aygıtları var olmadan, kimsenin kimseyi aptal yerine koymadığı, kimsenin kimseyi bir araç olarak değil, kendi içinde bir amaç, yani bağımsız bir akla sahip özgür bir birey olarak gördüğü bir yerde insanın kendine ve başkalarına olan saygısını yeniden kazanması ve haysiyetin yeniden onarılması kaçınılmazdır. Şahsen, insanı sevmeyi yeniden öğrendiğim bir yer olarak Gezi'nin, insana olan güvenimi tazeleyerek, bende böyle bir özgürleştirici etki yarattığını söyleyebilirim. Bu anlamda Gezi, benim için gerçek bir ahlaki-etik bir okul oldu, ben de bu okulun üniformasız öğrencisiydim.
Bu okulun bir orta sınıf ahlakçılığının ötesinde eşitlikçi ve her birey için özgürleştirici bir sürece işaret ettiğini vurgulamak gerekli. Sokak çocuklarından beyaz yakalısına, kuşlarından ağaçlarına ortak bir yaşam temelinde varsayılan ortak aklın eşitliği, eğitimli ve eğitimsiz ayrımını aşarak herkes için özgürleştirici bir ortam yaratabilir. Buradaki ortak akıl, ortak irade değil, beraber yaşamanın koşulu olan, akılların eşitliği ilkesidir. Gezi’de öyle ya da böyle sağlanan bu ilke; şiddete, haksızlığa, adaletsizliğe, talana, vicdansızlığa direnen insanlarca belki de dünyada bile eşine az rastlanacak bir şekilde ortaya çıkmıştır. Onu romantikleştirmeden Gezi’nin somutlaştırdığı bir hakikati yineleyeyim: Yaşamak direnmektir ve direnmek yaşamaktır.
Doğayı ve kentleri talan ederek, düşünceleri susturarak, insanları hapishanelere atarak ve öldürerek yok edilmeye çalışılan yaşam için, insanın insanla ve doğayla ortaklığı için direnmek ahlakın bizzat kendisi ve özüdür. Bu ahlak ise, ne ilkokul sıralarında din temelli bir “ahlak bilgisi” dersiyle ne de beyinlere ve ruhlara durmadan işlenen “milli hassasiyetlerle” öğrenilecek bir şey değildir; çünkü ahlak ne bir bilgidir ne de olaylara verilen bir refleks tepkisidir. Ahlak, bitmek bilmez bir iç hesaplaşma; benmerkezcilikten çıkarak insanı tanıma; insan merkezcilikten çıkarak, insanın doğadaki konumunu anlama çabasıdır. Bu süreç, LeGuin’in metninde vurguladığı gibi, iyileri ve kötüleri ayıklama süreci değildir.
Son yaşanılanların da, ne kadar şık bir benzetme olsa da, Yıldız Savaşları’ndaki iyiler ve kötüler mücadelesi olduğuna katılmıyorum. Devletin resmi ya da sivil uzantıları tarafından öldürülen gencecik birinin ardından “yahu ateistmiş” diyen ahlaki körlük, vicdansızlığın ya da Rakel Dink’in sözünü ettiği “bir çocuktan serinkanlı bir katil yaratan” karanlık gökten inmedi. İronik bir şekilde, devlet ve çıkar sahiplerince gasp edilen ahlak kavramının, kutsal devletin ya da din sömürüsünün ahlakçılığına dönüşmesiyle serpilip gelişti bu ahlaki körlük ve vicdansızlık. Bu ahlakçılık, kendini her zaman iyi ya da haklı gören, insanın karmaşık ruhsal dünyasında görmek istemediklerini başkalarına yansıtmasından beslenir.
Bu ahlakçılığın karşısında ise, Gezi Parkı’nda alışılmadık bir biçimde kendiliğinden ortaya çıkan normatif, yani yazılı olmayan ve ortaklaşa nasıl yaşayıp gideceğimize ilişkin bir ahlakın yeniden düşünülebileceğini sanıyorum. Böyle bir ahlakta akıl; eğitimli-eğitimsiz, varlıklı-yoksul, heteroseksüel-eşcinsel gibi ayrımların değil, ortak yaşamın koşulsuz bir eşitliğinin anahtarı olarak düşünülebilir. Böylece daha eşit ve özgür bir yaşam için, ahlakçılığa dönüşme tehlikesi taşıyan yeni bir ahlak tasarlamaya kalkmadan, öncelikle böyle bir yaşamı ortaklaşa kurmak için mücadele edebiliriz. Ahlakın özü de sanıyorum bundan oluşuyor. En azından benim Gezi Parkı’ndan öğrendiğim ya da çıkarsadığım şey bu oldu.
* Ursula K. LeGuin, Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, Metis Yayınları, 1999, çev. Deniz Erksan, S. 35.
** Etik sözcüğü yerine ahlakı tercih etmenin nedeni, etiği burada daha çok eylem pratiği, ahlakı da düşünme pratiği çerçevesinde düşündüğümdendir. Yoksa böyle bir ayrım elbette çok daha ayrıntılı bir biçimde gerekçelendirilmeli.