Yıllardır duyduğumuz “eğitim şart!” buyruğunun biri keskinleştirici öbürü köreltici iki ucu vardır. Eğitim, var olan potansiyellerini geliştirdiği, insanın aklını ve hayal gücünü kullanmayı öğrendiği, başka insanların aklını ve hayal gücünü tanıyarak sezgilerini ve ayırt etme kapasitesini keskinleştirerek toplumsallaştığı bir süreç olabilir. Ama bunun tersi de geçerlidir. Eğitim, sınıfsal eşitsizliğin yeniden üretildiği, ulusal ya da dinsel bir proje olarak akıl ve hayal gücünün köreltilerek boyunduruk altına alındığı bir iktidar aygıtı da olabilir.
Türkiye’de hangisinin daha ağır bastığını sanırım tahmin edebiliriz ve eğer göstermelik reformlarla yetinmeyeceksek, eğitim ve okul kavramları üzerine bildiğimiz şeylerin bazılarını unutup, yeni bir eğitim sürecini beraberce düşüneceğimiz bir hayal gücü ortaklığına ihtiyacımız var. Hayal gücü ya da imgelem gücü, yalnızca kurgusal şeyler yaratma becerisi değil, algılanan şeylerin farklı görünüşlerini ve bağlamlarını düşünebilmeye dayanan, tıpkı akıl gibi ortaklaşa sahip olduğumuz bir ahlaki içgörü yeteneğidir. Burada, yukarıdan belirlenen bir ahlaki ilkeler sisteminden söz etmiyorum.
Hayal gücü ve ahlaki içgörüyle bağlantısına ilişkin geçenlerde izlediğim bir sokak röportajını örnek verebilirim. Bu röportajda, insanlara, sorulan şuydu: Üçüncü bir gözünüz olsa nerenizde olmasını isterdiniz? Bir kişi hariç, herkesin yanıtı aynıydı: “Arkamda olmasını isterdim, çünkü başkalarının arkamdan ne çevirdiğini görmek iyi olurdu.”
Henüz kurumsal eğitimin adaletsiz, rekabetçi ve sözde ahlaki tornasından çıkmadığı belli küçük bir kız çocuğu ise şöyle yanıtladı soruyu: “Kalbimde.”
Öbür yandan, kendi ideolojisi ve ahlaki düzeni içinde sınıfsal eşitsizliği korumak adına her şeyi halkın yerine düşünmeyi gelenek haline getiren bir iktidar, hayal gücünün özgür etkinliğini bir tehdit olarak görür. “Eğitim Şart!” buyruğu bu noktada bir baskı aracına işaret eder. Örneğin ders kitaplarındaki ideolojik içeriğin ya da sansürün bununla bir ilişkisi vardır. İdeolojiyi destekleyen mitsel imgelerle doldurulan ve herhangi bir bilgiyi ya da öğretiyi kendi penceresinden aktaran ders kitapları, hayal gücünün özgür etkinliğine doğrudan bir müdahaledir.
Bir iktidar projesi olarak Türkiye’de eğitim, öğrencilere ulusal ya da dinsel bir kimlik kazandırmak üzere kurulmuş böyle bir müfredat içerir. Öğrencinin kendi kişiliğini ve düşünsel becerilerini geliştirmesine izin verilmeden dayatılan kimlikler, araçsal bir özdeşlik stratejisine dayanır. Test sistemine dayanan ezberci eğitim, araçsal bir özdeşlik biçiminde hayal gücünü tek yönlü çalıştırmanın önemli bir aracıdır. Testlerdeki soru ve cevaplar arasında, kimi zaman absürt formüllerle en kestirme yolu bulmaya çalışırız.
Yıllar önce lise sınavına hazırlıkta ilkokulda ezberlediğim ve aklımdan hiç çıkmayan Seydişehir=Alüminyum, Konya= Tahıl Ambarı gibi biçimsel özdeşlikler; periyodik cetvelin ezberi için üretilen tuhaf tekerlemeler ve elbette ürkütücü sembollerle (örneğin integral) işlenen ve mantığı hiçbir zaman anlatılmayan matematik buna örnektir.
Sorularla cevaplar arasında böylesine biçimsel bir araçsal özdeşlik kurmak, sorunun bağlamının göz ardı edilmesine, soruyla cevap arasında kavramsal bir ilişki kurulmasının engellenmesine yol açar. Bu bakımdan ezberci eğitim ideolojiktir, yalnızca tarih kitaplarıyla değil, matematiğiyle de ideolojiktir. Öğrenciye, matematik ya da geometri problemlerinin, çok da zevkli olan tarihsel kökenlerinin öğretilmesini geçtim, bu problemlerin zihinde canlandırılmasına, görselleştirilmesine, öğrenirken hayal kurulmasına izin verilmez. Bu durum, yalnızca test sisteminin kaldırılmasıyla çözülmeyecek bir iktidar sorunudur.
Devletin ezberci ya da ideolojik temelli bir “milli eğitimi”, hayal gücünü baskı altında tutmak ister, çünkü hayal gücü gelişmiş olan, bu yetisini özgürce kullanabilen kişinin içgörüsü de zenginleşeceğinden, aklın ayırt edici yargılama gücü, basireti ya da sağgörüsü de keskinleşecektir. Bu bakımdan, hayal gücü, algılanan olayları ya da söylemleri doğrudan gösterildiği gibi algılamayıp, kendisine aktarılanları başka açılardan görme, perdenin ardına bakma ve bunu akla fısıldama yeteneğidir. Devletin araçsal özdeşlik stratejisi ise, dayatılan kavramları, söylemleri ve değerleri, onları sorgulamadan sahiplenme, kimliği bu araçsal özdeşlik üzerinden kurmaya dayanır. Bu nedenle bir iktidar, yeri geldiğinde ülkenin bayrağını ya da camisini kendi çıkarı adına bir özdeşleşme aracı olarak kullanabilir. Özgür bir hayal gücünün etkinliği ise, araçsal bir özdeşleşme yerine, insanlar arası hayal gücünün ortaklığına dayandığından, içinde farklı sembollerin, değerlerin, inançların, yönelimlerin bulunduğu zengin ve karmaşık bir dünyanın içinde gerçekleşir.
Halkının hayal gücünden korkan iktidar, hayal gücüyle birlikte ahlakı da esir alır. Böyle bir iktidar, doğruyu ve yanlışı bildiğini, aldığı kararları, halkı için aldığını, iddia eder. Böylece, nasıl düşünülüp yaşanılacağına karar vererek, ona uygun bir müfredat hazırlar. Eğitimde fırsat eşitliği gibi temel tartışmalara bile izin vermeyip ve eğitimi sürekli tek taraflı bir ideolojik gerilim içinde bırakır, bunun dışında gelecek talep ve önerilere karşı, elinde hayal gücüne vurmak üzere sürekli bir neşter tutar. Türkiye’deki sorunun çözümü, bana göre, yalnızca bir eğitim reformuna ve hatta AKP iktidarının değişmesine bağlı değildir. Bunun yerine devlet mekanizmasının derinliklerine inilerek yapılacak bir yüzleşme gerekmektedir.
Tezer Özlü'nün sözünü biraz değiştirerek denilebilir ki: "Burası, bizim yerimize düşünmeye kalkanların ülkesidir."
Öte yandan Gezi sürecinde, ortaya çıkan sloganlar, aforizmalar, duvar yazıları ve resimlerle, müzik ve videolarla, yaratıcı eylemlerle gösterilen performansla, başta eğitim sistemiyle olmak üzere çoraklaştırılmaya çalışılan hayal gücünün isyan ettiğini söylemek mümkün. Gezi deneyimi ve arkasından organize edilen forumlar gösteriyor ki, artık her yer hepimizin hem öğretmen hem öğrenci olduğu bir okul olabilir. Öğretmen öğrenci ikiliğinin kalktığı; farklı sınıftan, dilden, dinden, kültürden ve cinsiyetten insanların eşit akıl ve hayal gücü kapasitesinde ortaklaştığı bir okulun yaratıldığı; sessizlik kültürünün kırıldığı; müfredatın tepeden dayatılmadığı bir okul fikrini mümkün kılabilecek bir olayın meydana gelişine tanık olduk. Henüz kolay kolay meydandan gitmeyecek bu olayda, okullarla birlikte tüm yaşam alanlarını tekrar bizim kılarak özerkleştirecek yeni bir yaşama ilişkin hayal gücü ortaklığının işaret fişeği yakıldı. Birbirimizden çok şey öğrenmemizi sağlayan bu sürecin özerk ruhuna bağlı olarak, yeni bir eğitim ve okul anlayışına doğru nasıl bir yol çizebileceği üzerine, belki artık “büyüklere” de pek danışmadan, beraberce düşünmemiz gerek.