Fotoğraf: Ayşegül Özbek / bianet
Gezi Davası'nın 25 Nisan 2022 tarihli karar oturumunda Ali Yiğit Ekmekçi müdafii Emel Ataktürk Sevimli'nin esas hakkındaki yazılı savunmasını baz alan davaya dair genel değerlendirme içeren konuşması.
Sayın başkan sayın yargıçlar,
Davanın karakterini belirlediği için önemli olduğunu düşündüğüm bir meselenin altını çizerek başlamak isterim.
Gezi Davasında İstanbul 13.Ağır Ceza Mahkemesi Osman Kavala'ya hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüsten ağırlaştırılmış müebbet, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Yiğit Ali Ekmekçi'ye ise bu suça yardımdan 18 yıl hapis cezası verdi.
TIKLAYIN - Gezi'de karar: Kavala'ya ağırlaştırılmış müebbet, 7 kişiye 18 yıl hapis
Uluslararası referans belgelerde hak savunucusu “çevre, kent, barış, ekolojik haklar gibi üçüncü nesil haklar alanında mücadele yürütenler dahil, temel hak ve özgürlüklere yönelik ihlallerin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunan çalışmalar yapan kişiler, gruplar, inisiyatifler ve kuruluşlar’ olarak tarif ediliyor.
Bu tanımın içinden bakıldığında, her şeyden evvel bu davada yargılanan sanıkların ortak özelliğinin toplumsal/ kamusal haklar için mücadele eden hak savunucuları olduğunu saptamak çok önemli.
Gezi | Tora Pekin'in beyanı: Hukukun ve ahlakın birinci ilkesi...
Hepsinin bu salonda sanık olarak oturmalarının gerçek sebebi, meslekleri ve çalışma alanları ne olursa olsun, Türkiye’de yaşanan hak ihlalleri konusunda susmamaları, resmi politikalara itiraz etmeleri, sosyal ve hukuksal alanda mücadele eden kişiler olmaları.
Bize göre bu tespiti açıklıkla yapmak çok önemli çünkü çoğu birbirini hiç tanımayan sanıkların neden böyle bir torba davada yan yana sanık sandalyesine oturtulduğunu anlamlandırmak başka türlü çok zor.
Bizim perspektifimizden bu dava Türkiye’de son yıllarda akademisyenlerden doktorlara, avukatlardan gazetecilere, tabip odalarından barolara kadar her kesime,
Ekolojik haklar, kadınların, çocukların, lgbti+ bireylerin hakları için yada işçilerin, öğrencilerin hakları için mücadele edenlerin susturulmasına ve sivil alanın yok edilmesine yönelik politikalarının bir ürünü.
Sanıklar hakkındaki suçlamaların tamamı hak savunuculuğu kapsamında kalan Anayasal, yasal ve meşru faaliyetler .
Sanıkların meşru eylemleri suç gibi gösterilerek yıllardır yargısal tacize maruz bırakılması, hırpalanması ve yıpratılması, bu davayı konusu suç oluşturan eylemlerin yargılandığı bir ceza davası olmaktan çıkarıyor hak savunuculuğunun engellenmesi ve hak savunucuları üzerinden tüm toplumun susturulması amaçlı politik bir dava haline getiriyor.
Neden böyle düşündüğümüzü ve bu konudaki gerekçelerimizi Mahkemenin dikkatine sunmak istiyorum.
Müvekkil özelinde bakıldığında iddianamede ve esas hakkındaki mütalaada üç temel suçlama görüyoruz.
Birincisi ''Anadolu Kültür AŞ. başkan yardımcısı olarak sanık Osman Kavala, Mine Özerden, Ali Hakan Altınay ve Çiğdem Mater Utku ile irtibatlı olmak,
İkincisi yurt dışından ithal edilen biber gazının Türkiye’ ye girişine ambargo konulması için Avrupa ülkeleri nezdinde kamuoyu oluşturmak, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri ile Osman Kavala arasında görüşme yapılmasını sağlamak,
Üçüncüsü Kürtçe eğitim veren üniversite kurmayı amaçlayan Mezopotamya Vakfı çalışmalarına katılmak...
İddia o ki Yiğit Ali Ekmekçi bu çalışmaları yaparak Gezi protestolarının tertibine ve hükümetin devrilmesine yardım etmiş.
Bir kere bu faaliyetlerin hiçbiri suç değil, ikincisi dosyada bu meşru faaliyetleri hükümeti devirme fiiline bağlayan herhangi bir delil de yok.
İddiaların somut değerlendirmesini savunmamızın ikinci bölümünde yapacağımız için o kısma girmiyorum fakat suçlamaları, bu bölümde sadece bu davada sanık müdafileri olarak içinde olduğumuz büyük çaresizliğe vurgu yapmak için hatırlatıyorum.
Gerçekte hiçbiri ‘suç’ olmayan bu suçlamalara karşı neresinden tutup nasıl savunma yapacağımızı bilemez durumdayız.
(...)
Bu bağlamda, bu davaya da, tıpkı diğer siyasi davalarda olduğu gibi damgasını vuran ve bizi bu denli çaresiz bırakan dört büyük sorun alanını Sayın Mahkemenin dikkatine sunmak istiyorum.
Birincisi ne müvekkilin ne de diğer sanıkların şiddet eylemleriyle ilişkisi hiçbir şekilde ortaya konulmuş değil, suçlamaların tamamı belirttiğimiz gibi hak savunuculuğu kapsamındaki yasal ve meşru faaliyetler. Bu barışçıl faaliyetler varsayımsal çıkarımlarla suç gibi gösterilmiş durumda,
İkincisi savcılık makamı iddialarını somut delillerle ortaya koyma gereği duymuyor ama sanıklar atfedilen suçları işlemediklerini kanıtlamak gibi mümkün olmayan bir pozisyonla karşı karşıya bırakılıyorlar. Müvekkil dahil tüm sanıklar olmayanın olmadığını göstermek gibi hiçbir başarı şansı taşımayan aşırı ve imkansız bir ispat külfeti altına sokuluyor,
Üçüncüsü bu davanın gerçekte Gezi protestoları ve hükümetin devrilmesi gibi meselelerle ile hiçbir ilgisi yok, asıl amaç bu yargılamanın yarattığı korkutucu ve dondurucu etki ile Türkiye’de hak savunucularını, muhalifleri ve bütün sivil toplumu susturmak ,
Dördüncüsü de bu susturma amacının gerçekleşebilmesi uğruna hukukun araçsallaştırılmasında hiçbir beis görülmemesi, adil yargılanma hakkına dair bütün usuli güvencelerin bu susturma ve toplumu paralize etme amacı uğruna yerle yeksan edilmesi.
Bize göre bu dört sorun alanı etrafında tezahür eden göstergeler hem yargı sürecinde Mahkemeye yapılan olağanüstü müdahaleyi hem de devlet otoritelerinin her ne pahasına olursa olsun Mahkemenin tarafsız bir yargı pratiği üretmesinin önüne geçme, Mahkemeyi susturma amaçlı ajandalarının aracı haline getirme arzusunu ortaya koyuyor.
Peki bu saptamalarımız neye dayanıyor?
Herşeyden evvel yargılama boyunca dosyada yaşanan somut gelişmelere AİHM ve AYM kararlarına, Bakanlar Komitesi ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları organlarının değerlendirmelerine.
Hepimiz tanık olduk yargılama boyunca yürütme makamları ve HSK gibi üst yargı organları taraflı medya organları yoluyla davaya neredeyse her kritik etapta ve her duruşma öncesi ve sonrasında sistematik müdahaleler yaptılar.
Cumhurbaşkanı, bakanlar, danışmanlar , sözcüler gibi üst düzey resmi yetkililer yargılama devam ederken durmadan sanıkların suçlu olduğu yönünde görüş belirttiler .
Bu durum elbette masumiyet karinesi ihlali ama esas görünen ve görünmeyen boyutlarıyla yargıya cezalandırma kararı verilmesi için yapılan muazzam baskı ve müdahaleyi işaret ettiği için önemli.
İkincisi mahkemenin bağımsızlığı, tarafsızlığı, silahların eşitliği, gerekçeli karar hakkı, masumiyet karinesi, koruma tedbirlerinin usule uygun kullanılması zorunluluğu, gibi adil yargılanmaya ilişkin bütün usuli güvenceler yargılama boyunca sayısız kere ihlal edildi.
Mahkemenin kompozisyonuna ilk günden beri defalarca türlü müdahaleler yapıldı. Doğal hakim ilkesi hiçe sayıldı. Siyasi otoritelerin baskısı ve HSK’ nın atama ,tayin, geçici görevlendirme gibi kararlarıyla
yargılamayı yürüten,tahliye yönünde görüş oluşturan Mahkeme yargıçları defalarca değiştirildi, yerlerine yenileri atandı. Beraat karar veren yargıçlar hakkında disiplin incelemesi yapıldı.
Sanıklar lehine deliller toplanmadı, tevsi-i tahkikat taleplerimiz reddedildi.Dosyadaki bazı deliller mesela bazı tanık ifadeleri (M.Pabuç’un ifadesi gibi) savunmadan saklandı, UYAP’a yüklenmedi. Tanıklar savunmanın katılmadığı gizli celselerde dinlendi, sorgu yapmamız engellendi.
Reddi hakim taleplerimiz gerekçesiz, yada basma kalıp gerekçelerle reddedildi.Deliller ikame edilmeden ve tartışılmadan, dosya esas hakkında mütalaaya sevk edildi.
Gezi ve Çarşı davaları Yüksek Mahkemelerde incelenirken siyasi otoriteler kamusal alanda sürekli olarak Gezi davası ile ilgili açıklamalar yapmayı sürdürdü.
Bu arka plan içinde Bölge Adliye Mahkemesi ve Yargıtay Gezi ve Çarşı davası kararlarını açıkladı. Her iki Mahkeme de davalar birlikte incelenmelidir dedi ve yerel Mahkemelerin beraat kararları bu baskı ortamında böylece bozuldu.
İstinaf Mahkemesi’nin kendi dosyası olmayan Çarşı davasının içeriğini nasıl bilebildiği yada , Yargıtay’ın aynı şekilde kendi dosyası olmayan Gezi dosyası hakkında nasıl olup da bilgi sahibi olduğunu, hakimlere kimler tarafından bilgi götürüldüğünü ve bozma kararları verilmesinin nasıl sağlandığını kimse sorgulamadı.
Oysa bize göre bu durum da açık bir müdahale göstergesiydi ve amaç Gezi ve Çarşı davalarına ilişkin beraat kararlarının onanmasının engellenmesiydi. Gezi dosyasında bulunmayan cebir ve şiddet unsurunun Çarşı dosyası üzerinden tamamlanması gibi bir strateji oluşturuldu.
Gezi ve Çarşı dosyaları bozma üzerine yerel Mahkemelere geldiğinde de müdahaleler devam etti.
Birleştirme kararı verilmesinin sağlanması için ceza usul hukukunun bütün koruma mekanizmaları yerle yeksan edildi, akıl dondurucu stratejiler uygulandı.
Mesela 30 Ağır Ceza Mahkemesi başkanı Adliye’de başka hiçbir yargıç kalmamış gibi 13 Ağır Ceza Mahkemesine geçici görevle başkan olarak gönderildi. Kendi birleştirme önerisini kendisinin kabul etmesi sağlandı ve dosyalar böylece hukuk tarihinde görülmemiş bir müdahale sonucu birleşmiş oldu .
13. Ağır Ceza Mahkemesinde de aynı basınç sürdü. Altı celse boyu bizler tefrik talep ettik ve taleplerimiz reddedildi. Ne zaman ki AİHM Kavala davası için taraflara görüş belirtmeleri üzere 19 Nisan 2022 tarihine süre verdi o celse Sayın Mahkemeniz tefrik kararı oluşturdu.
Tefrik kararı da en az birleştirme kararı kadar müdahale izleri taşıyordu.
Neden böyle düşünüyoruz? Çünkü bize göre durum açık.
Bugüne kadar Gezi davası bağlamında hem 30. Ağır Ceza Mahkemesinde hem de 13. Ağır Ceza Mahkemesinde yürütülen yargılamada toplam 17 celse duruşma yapıldı.
Duruşmaların 11'i 30 Ağır Ceza Mahkemesinde 6'sı ise 13. Ağır Ceza Mahkemesinde görüldü. 30 Ağır Ceza Mahkemesi dosyaya hakimiyet açısından açık ara daha öndeydi ve sonunda da beraat kararı vermişti.
Fakat Tefrik kararı verilmesi ihtiyacı doğduğunda yargılama dosyaya daha hakim olduğu açık olan 30. Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmeliyken öyle olmadı.( Üstelik 13. Ağır Ceza Mahkemesi CMK 10/3 bağlamında esasa dair hiçbir işlem de yapmadı.)
Belli ki dosyayı 30. Ağır Ceza Mahkemesine göndermek hem bu Mahkeme daha önce beraat kararı verdiği için risk içeriyordu hem de tekrar duruşma günü ve işlem bakımından zaman demekti.
O nedenle dosya hızla karara çıkarılmak amacıyla usule aykırı olarak Mahkemenizde tutuldu.
Mahkemenin bağımsızlık ve tarafsızlık ilkelerinin hem objektif hem de sübjektif görünümleriyle alabildiğine ihlal edildiği birleştirme ve tefrik süreçlerini diğer hukuka aykırı Mahkeme kararları izledi.
Davaların birleştirilmesinden tefrik kararı verilmesine kadar geçen 6 Celsede Mahkemeniz maddi gerçeği ortaya çıkarmaya, delil toplanmasına, ikamesine yada tartışılmasına yönelik hiçbir işlem yapmadı.
Tersine sanıkların biran evvel cezalandırılması amacı taşındığı endişesi duymamıza sebep olacak çok sayıda ara karara imza attınız.
Bir yandan tevsii tahkikat taleplerimizin kahir ekseriyetini reddettiniz diğer yandan davanın tarafı olan kurumların delillere müdahale edebilmesi sonucu yaratabilecek hukuka aykırı ara kararlara imza attınız.
Hatırlanacak olursa örneğin 8 Ekim 2021 tarihli duruşmada bozma ilamları doğrultusunda Başbakanlık ofisi önündeki eylemlere ilişkin MOBESE ve kamera görüntülerinin toplanmasına ve bazı sanıkların Emniyet Müdürlüğüne sevk edilerek ses kaydı karşılaştırması için örnek alınmasına karar verdiniz.
Daha sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğünün davanın tarafı olduğu, davanın tarafı olan bir kurumun delil incelemesi yapmasının usle aykırı olduğu,bu durumun sanıkların suçlanması için hukuka aykırı delil yaratılmasına yol açabileceği yönündeki itirazlar üzerine bu işleme ilişkin ara karardan rücü ettiniz.
Bütün bu zigzaglı süreçleri ne yazık ki Mahkemeye baskı yapılması ve Mahkemenin de bu hukuka aykırı sürecin bir parçası olmaya direnmemesi yada direnememesi olarak okuyoruz.
Umuyoruz ve yürekten diliyoruz ki kararınız yanıldığımızı gösterir.
(...)
Belli ki heyetiniz davayı bir an önce karara çıkarmak istiyor.
O nedenle ceza yargılaması usulünde delillerin toplanması , ikamesi ve tartışılmasına dair tüm etaplar atlanarak dosya hızla karara doğru sürükleniyor.
O nedenle savunma için ihtiyacımız olan nitelikte bir zaman bize verilmedi.
O nedenle sözlü savunma için süre kısıtlaması uygulanarak savunmaya zorlanıyoruz.
Davaya dair bu sorunlar salt bizim gözlem ve saptamalarımız değil.
Dava konusunda hepimizin bildiği AYM ve AİHM kararları ve son olarak henüz birkaç gün önce AİHM Büyük Dairesine sunulan 19 Nisan 2022 tarihli Bakanlar komitesi görüşü de aynı bizim söylediklerimizi söylüyor.
Sayın Osman Kavala’nın müdafileri elbette kararı ayrıntılı olarak değerlendireceklerdir.
Ben burada kararı sadece müvekkili ve tüm sanıkları ilgilendiren yönleriyle ele almak istiyorum.
(...)
AİHM Sayın Osman Kavala’nın başvurusunda sadece Kavala’ nın tutukluluğunun hukuka aykırılığını incelemedi bundan evvel tüm dosya kapsamına ve delillerine baktı ve dosyanın temeline dair bazı saptamalarda bulundu.
AİHM, Türkiye aleyhine Sözleşmenin 5. ve 5. madde ile bağlantılı olarak 18 maddesiyle ilgili ihlal kararı verirken dosyanın geneline ve tüm sanıkları ilgilendiren yönlerine dair değerlendirmelerini tespit edebildiğim kadarıyla on temel başlıkta topladı ve dedi ki:
Birincisi ve herşeyden evvel iddianame ve dosya delilleri inandırıcı değil,657 sayfa uzunluğundaki iddianame sayısız telefon görüşmesi kaydı içeriyor ve çok büyük hacimli bir belge ama gösterilen deliller suçlama konusu olaylarla ilgisiz.
İkincisi İddianame birçok şiddetsiz eylem türünü listeleyip sırf hükümeti devirme sonucuna bağlamak için varsayımsal sonuçlar çıkarıyor ama illiyet bağı yok.
Üçüncüsü davanın olaylar ve ilk soruşturmanın üstünden beşbuçuk yıl geçtikten sonra açılmış olması bu davada hükümeti devirme suçunun yargılandığına ilişkin ciddi kuşku yaratıyor,( çünkü bir devletin kendi hükümetinin yıkılmasına yönelik çalışmalara 5.5 yıl boyunca izin vermiş olması mantık dışı ve inandırıcılıktan uzak)
Dördücüsü iddia konusu eylemler bir suç değil yasal ve meşru hakların kullanımı; toplantı ve gösteri hakkının kullanılması yada müvekkilimizin de suçlanma sebebi olan biber gazının yasaklanmasını savunan kampanya yürütmek, Avrupa Konseyi organları ve delegasyon ile görüşmeler yapmak gibi tamamen yasal ve meşru faaliyetlerin kriminalize edilmesi kabul edilemez,
Beşincisi dosyada olaylarla irtibatlandırılan sivil toplum kuruluşları yasal olarak faaliyet gösteren kuruluşlar, haklarında verilmiş herhangi bir mahkumiyet kararı yok, yabancı aktörlerin bu sivil toplum örgütlerini kullanarak hükümet aleyhine bir ayaklanma planladığına ve başlattığına dair bir delil de yok,
Altıncısı bu durumda, sanıkları hükümet aleyhine suç işlemek için bir araya gelmiş bir suç derneği üyesi olarak tanımlamak AHİS 6/2 kapsamında masumiyet karinesi ihlali,
Yedincisi dosyada sanıkların barışçıl gösterilerin yaygın ve şiddet içeren hükümet karşıtı bir isyana dönüştürmek istediğine yönelik bir işaret bulunmuyor,
Sekizincisi AK insan hakları komiserinin üçüncü taraf görüşü ve sivil toplum kuruluşlarının raporları dikkate alındığında Kavala’nın tutukluluğu tekil ve izole bir durum değil ,Türkiye’deki insan hakları savunucularının susturulmasına yönelik yaygın bir uygulamaya işaret ediyor.
Dokuzuncusu dava bu bağlamda gerçek anlamda iddia konusu suçların yargılanmasını hedeflemiyor aslında bir insan hakları savunucusu olarak Kavala’ yı ve diğer hak savunucularını susturma gizli amacına yönelik bir hedef taşıyor,
Onuncusu kararın 216., 217, 224, 231 ve 232. Paragraflarında belirtildiği gibi, davanın amacı sivil toplum, hak savunuculuğu faaliyetleri ve Gezi protestoları kriminalize edilerek hak savunucularını susturmak ve ülkedeki sivil toplumu eylemsiz hale getirmek.
AİHM son olarak dedi ki; Kavala başvurusunda 5. Madde ile bağlantılı 18. Madde ihlal kararımı önceki yıllarda incelediğim Khodokovsky Rusya,Ilgar Mammodov ve Resul Caffarov Azerbaycan gibi Rusya ve Azerbaycan insan hakları savunucuları hakkındaki öncü kararlarımdaki değerlendirme kriterlerine göre verdim.
Dolayısıyla Kavala ile ilgili 18. Madde ihlal kararı, bazı çevrelerde propagandası yapıldığı gibi sadece Türkiye aleyhine verilmiş değil, Türkiye’yi zor durumda bırakmak amacıyla verilmiş değil, Türkiye aleyhtarı lobi çalışmalarının bir ürünü hiç değil.
AİHM Kararı müvekkilimiz açısından özellikle önemli çünkü bugün burada müvekkil her ne kadar yapılmamış olsa da Osman Kavala ve AK İnsan Hakları Komiseri ile görüşme sağlaması nedeniyle hükümeti devirmeye yardımdan suçlanırken; bir yandan gördüğünüz gibi AK İnsan Hakları Komiserinin mütalaası, AİHM'nin kararına esas alındı öte yandan TC devletinin resmi makamları Ankara’da bakanlar düzeyinde Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri ile bir takım resmi toplantılarda görüştü.
Böyle garip bir çifte standart ve yersiz bir suçlamayla karşı karşıyayız.
(...)
AİHM kararının bu saydığım hususlardaki saptamaları başvurucu Kavala’nın şahsını aşan ve tüm sanıkları ilgilendiren sonuçlar doğuruyor bu nedenle karara bu kadar ayrıntılı değinme ihtiyacı duyduk.Bu bakımdan herşeyden evvel kararın müvekkilimizi ve tüm dava sanıklarını ilgilendiren yönleriyle uygulanmasını talep ediyoruz.
(...)
AYM Aksakoğlu Kararı
10 Aralık 2019 tarihli AİHM kararından bir yıl sonra yine sanıkların tümünü ilgilendiren bir başka karar da AYM'den geldi. AYM dava sanıklarından Yiğit Aksakoğlu hakkında verdiği 3 Aralık 2020 tarihli kararında
1) Barışçıl eylemlerin yapılmasının, organize edilmesinin veya bunlara katılmanın suçlama konusu olamayacağını,
2) Gezi olayları sırasında bazı şiddet olayları gerçekleşmiş olsa bile gösterilerin çoğunlukla barışçıl nitelik taşıdığını,
3) Bu durumun daha önce Gezi olayları hakkında verilen Özge Özerengin, Ali Orak- İrfan Gül gibi başka AYM kararları ile saptandığını,
4) Polisin göstericilere karşı orantısız güç kullandığının birçok olayda sabit olduğunu,
5) Suçlamaları değerlendirirken Gezi olayları sırasında cebir ve şiddet kullanılıp kullanılmadığı meselesinin bu davadaki en önemli husus olduğunu,
6) Başvuru konusu olayda bu illiyet bağının ortaya konulamadığını,
7) Gezi olayları ile ilgisi bulunmayan, münferit ve yasal faaliyetler ya da açıkça Anayasa'dan kaynaklanan bir hakkın kullanımına ilişkin kitap çıkarma, dernek kurma, internet sitesi açma, dernek faaliyetleri için fon arayışı, dernek faaliyetlerine katılma, toplantı düzenleme vb. faaliyetlerin suç olarak gösterilemeyeceğini,
8) Davada bahsi geçen sivil toplum kuruluşlarının söz konusu dönemde ve halen faaliyetlerini serbestçe yürütmekte olan yasal kuruluşlar olduğunun anlaşıldığını,
9) Bu nedenlerle başvurucu Aksakğlu’nun Gezi olaylarını Hükûmete karşı yaygın ve şiddet içerikli bir ayaklanmaya çevirmeye çalıştığına dair de herhangi bir belirtiye de rastlanmadığını saptadı ve ihlal kararı verdi
(...)
AİHM ve AYM kararlarına göre de durum böyle.
Yani bu davanın hukuksal dayanaktan yoksun olduğunu saptayan, davayla doğrudan ilgili iki bağlayıcı karar var fakat ikisi de uygulanmadı.
(...)
Bu nedenle sözün bittiği yerdeyiz.
Biliyoruz bu dava ile ilgili olanlar dahil, AİHM ve Anayasa Mahkemesi'nin hoşa gitmeyen birçok kararı başta Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı olmak üzere yetkili makamlar tarafından açık şekilde eleştiriliyor.
Kararların tanınmaması ve uygulanmaması için bir yandan yürütme organları tarafından açık çağrıIar yapılıyor öte yandan bu davada olduğu gibi sanıklar hedef gösteriliyor, tahliye yönünde görüş belirten yargıçların görev yerleri HSK tarafından değiştiriliyor, hakim ve savcılar verdikleri kararlar nedeniyle soruşturmalara tabii tutuluyor, beğenilmeyen kararları nedeniyle başka illere tayin ediliyor.
Yani kararların uygulanmaması için gereken her yöntem deneniyor.
Bütün bunlar sonucunda Türkiye tarihinde ilk kez AİHM kararlarına uymadığı için ihlal prosedürü ile karşı karşıya kaldı.
Oysa Türkiye’de başta Barolar olmak üzere hukuk alanında çalışmalar yapan kurumlar, AYM başkanı ve önceki bazı Adalet bakanları , uluslararası alanda Avrupa Konseyi ve BM organları Türkiye yargısına bağımsız ve tarafsız kararlar oluşturmaktaki zayıflığı nedeniyle uzun süredir ağır eleştiriler yöneltiyor.
- Sayısız raporda Türkiye’de ifade, toplanma ve gösteri yapma özgürlüğüne yönelik muazzam bir sınırlama olduğu,
- Toplumun nefessiz bırakıldığı,
- Devlet yetkililerinin politikalarına yönelen meşru eleştirilere karşı muazzam bir hoşgörüsüzlük olduğu,
- İnsan hakları savunucularının damgalandığı, hedef gösterildiği,
- Yargı araçsallaştırılarak insan hakları ihlallerini açığa çıkaran kişi ve kurumların idari ve yargısal tacize maruz bırakıldığı,
- Hatta AY ve AİHS’e uygun kararlar aldığı için Anayasa Mahkemesi’nin hedef alındığı,
- Mevzuat istismar edilerek insan hakları savunucuları aleyhine çok fazla sayıda terör suçlamasıyla dava açıldığı,
- Ve Türkiye’de ifade, toplanma ve gösteri özgürlüğüne yönelik sınırlamaların uzun süredir ciddi alarm derecesinde olduğu saptanıyor.
Ama yargı mensupları hukuk kurumlarından gelen tüm eleştirilere ve değerlendirmelere kulaklarını tıkamış durumda
Bundan beş yıl evvel, 1 Mart 2017 de, o zamanki Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği Sözcüsü Jagland o tarihteki Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın ziyareti sırasında demişti ki: Türkiye yargılamalarda AİHM içtihadına ve standartlara uygun kararlar oluşturmazsa ve Anayasa Mahkemesi de bu standartlara uyulup uyulmadığını hızla denetlemezse AİHM AYM nin etkili bir iç hukuk yolu olup olmadığını inceleyecek ve belki de AİHM kendisine doğrudan yapılan başvuruları değerlendirebilecektir.
Türkiye’de Mahkemelerin AİHM standartlarına uyma konusundaki performansı o günden bugüne hiç ilerlemediği gibi her geçen gün daha da geriye gitmeye devam etti.
Mahkemeler sadece verdikleri kararlarda AİHM’nin benzer olaylara ilişkin içtihadını uygulamamakla kalmadı AİHM nin aynı dava ile ilgili olarak verdiği kararları dahi uygulamama noktasına geldi.
Böylece ihlal prosedürü ile karşı karşıya kaldık.
Mahkemeniz de ne yazık ki bu sürecin sorumlularından biri.Çünkü tüm sanıklarını ilgilendiren yönleriyle Kavala Türkiye kararını ve AYM kararını hala uygulamış değil.
(...)
Türkiye’yi AİHM nde temsil etmiş yargıç Türmen’’AİHM kararlarının bağlayıcı olmadığını savunanlar sadece oyunun kurallarına uymayacaklarını söylemiyorlar aynı zamanda oyun kurallarının kendi görüşlerine uydurulmasını istiyorlar ‘’demişti ki bu mümkün değil, bu doğru.
Çünkü hem AY’nın 90 maddesi ,hem de Viyana Sözleşmesinin 6. Maddesi hem de AİHS’nin 46 maddesine göre AİHM kararları taraf devletler için bağlayıcı.Bu durum açık ve tartışmasız, devletlere herhangi bir istisna yada takdir yetkisi de tanınmış değil.
(...)
Son yıllarda yargının her alanında görülen ve Mahkemelerin tarafsız bir pratik üretmesini imkansızlaştıran problemlerin bu yargılamanın sınırlarını aşan genel bir değerlendirmeyi zorunlu kıldığının elbette tamamen farkındayız.
Uluslararası kaynaklarda tarif edilen standartlar bağlamında bir yargı bağımsızlığı Türkiye’de hiçbir zaman söz konusu olmadı.
Muhalefetteyken yargı bağımsızlığının olmamasından yakınanlar iktidara geldiklerinde yargının kendilerine bağımlı yapısını muhafaza etmek için herşeyi yaptılar.
Ve Türkiye böylece adım adım demokrasi, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, ve temel haklar konusunda gittikçe geriledi.
Son yıllarda ise özellikle HSK nun yapısının da değişmesine bağlı olarak var olan eser miktardaki bağımsızlık dayanaklarını da kaybetti ve yargı tümüyle siyasal etkilere açık hale geldi.
Hukuka Aykırı Deliller Sorunu ve Yargı Bağımsızlığı
(...)
Bu davanın en önemli sorun alanlarından birisi "FETO/PDY" üyesi yargıçlar tarafından üretilen hukuka aykırı delillere dayanılması meselesi.
Hepimiz biliyoruz; 2015 yılında gerçekleşen darbe girişimi sonrası FETÖ/PDY olarak adlandırılan yapının nasıl tüm devlet organlarında olduğu gibi yargıda da örgütlendiği açığa çıkmış, açılan soruşturmalar sonucu 3968 hakim ve savcı ihraç edilmişti .
Yapılan yargılamalarda kamuoyu bu davanın soruşturma savcı ve hakimleri dahil, birçok Anayasa Mahkemesi, Hakimler Savcılar Kurulu, Yargıtay, Danıştay gibi yüksek mahkeme üyesinin ve yerel mahkemesi yargıçlarının nasıl hücreler halinde örgütlendiklerini, nasıl kod adı kullandıklarını, soruşturmalar ve davalar hakkında nasıl delil durumuna göre değil de üstlerinden gelen talimatlara göre kararlar aldıklarını, nasıl usulsüz dinlemeler ve manipülasyonlarla delil uydurduklarını ve suç isnat ettiklerini, ve yüksek Mahkemeler ve kurullarda örneğin o zamanın HSYK’da nasıl çoğunluğu ele geçirerek yargıya hakim olduklarını öğrendi.
Bu dava ile ilgili hukuka aykırı delillerde imzası olan hakimler Menekşe Uyar ve Süleyman Karaçöl dahil binlerce hakim ve savcı yargılandı ağır cezalara çarptırıldı.
HSK’nun resmi sitesine girerseniz hala görebilirsiniz:
28 Ağustos 2016 tarihli Genel Kurul Kararına göre bahse konu yargıç ve savcılar “masum olduğuna bakılmaksızın insanları yargı eliyle mağdur etmek, insanları yargı kararları ile emniyet operasyonlarının hedefi haline getirmek, basın ve yayın üzerinden linç girişimi gerçekleştirmek, çözümü mümkün olmayan abartılı, ayrıntıya boğulmuş, gerçeklerin gizlendiği, kasıtlı, taraflı ve delilsiz davalar açmak,’’ gibi gerekçelerle ihraç edilip yargılanmışlar.
Dosyaya özgü diğer hukuka aykırılıklar yanında bu ana sebeplerin hepsi bu dosyada ziyadesiyle var ve tamamı da dosya delillerini yasak ve hukuka aykırı delil haline getiriyor.
Ama peki ne oldu?
Bu yasak delillere ilişkin hangi değerlendirmemizi dikkate aldınız? Hiçbirini.
Bu hukuka aykırı delilleri dosyadan çıkarmanız ve yargılamayı öyle sürdürmeniz gerekirken bunu da yapmadınız.
Ulaşabildiğimiz bütün kararları ve numaralarını size ibraz ettik. Aynı sorunlarla malul deliller , 17/ 25 Aralık soruşturmasında dönemin başbakanın oğlu, bazı bakanlar ve bazı iş insanları hakkındaki suçlamalarda hukuka aykırı Gezi davasında hukuka uygun bulundu.Orada kovuşturmasızlık kararı verildi burada sanıkların müebbet hapsi istendi.
Hukuka aykırı deliller konusunda böyle bir çifte standart yargı mensupları olarak vicdanlarınızı rahatsız etmeliyken etmedi.
(...)
Korkunç bir darbe girişimi ve bu kadar olaydan sonra gelinen noktaya bakıldığında Türkiye yargı bağımsızlığının gerekliliği konusunda yaşananlardan hiçbir ders çıkarmamış görünüyor.
Yargı hala iktidar savaşlarının ve ele geçirme politikalarının öznesi ve susturma mekanizmalarının en önemli araçlarından biri durumunda.
Ve hala önünüzdeki dava gibi manipüle edilmiş birçok siyasi dava sürüyor.
(...)
Sonuç olarak şunu söyleyerek bitireyim; Müvekkil sanık Yiğit Ali Ekmekçi bir insan hakları savunucusu.
Bilgi Üniversitesi kurucusu/mütevelli heyeti üyesi,
Şişli Terakki Vakfından Nesin Vakfına, Mezapotamya Vakfından, Anadolu Kültüre kadar çok çeşitli eğitim kurumlarında, sivil toplum ve insan hakları kuruluşlarında kurucu ve yönetici olarak görev almış biri.
Yaşamı boyunca kültürel diyalog, toplumsal uzlaşma, hafıza, barış, adalet gibi meseleler üzerinde çalışmış şiddeti hiçbir zaman yöntem olarak benimsememiş biri.
İnsanların ömrünü üstüne inşa ettiği değerler bir günde oluşmuyor ve bir günde değişmiyor.
İddia makamı şimdi bizden Türkiye’nin dört bir yanında farklı yaş, meslek, siyasi, etnik, cinsel, sınıfsal vs. köken ve eğilimden gelen üç milyondan fazla insanın katıldığı Gezi protestolarının, bu salonda bulunan sanıkların oluşturduğu, bir yapı tarafından örgütlendiğine ve yaşamının 57 yılını tümüyle barışçıl çizgi üzerinde şekillendirmiş bir insan olan müvekkilin bbir akşam yatıp bir sabah kalkarak ne olduğu belirsiz bir örgütün hükümeti cebir/şiddet kullanarak devirmesine yardım ettiğine inanmamızı istiyor.
Örgüt belli değil, üyeleri belli değil, hiyerarşisi belli değil, kim hangi eyleme nasıl yardım etmiş belli değil.
Akıl almaz bir suçlama ve ağır ceza istemleri ile karşı karşıyayız.
Sayın Başkan Sayın yargıçlar,
Siyasi otoritelerin bütün imkanlarını kullanılarak Mahkemenizi kendi yaklaşımlarına uygun kararlar almanız için etkilemeye çalışması mümkündür fakat Mahkemeniz sadece ve sadece önündeki dosyanın içeriğine delillere ve vicdanına göre karar vermek mecburiyetindedir.
Bu davanın tarihi ileride elbette yazılacak ve sizler de o tarihte verdiğiniz kararla yerinizi alacaksınız.
Umuyoruz ve diliyoruz ki heyetiniz beraat kararı vererek zor zamanlarda insan hak ve özgürlüklerini ve yargının onurunu koruyan bir heyet olarak tarihe geçer.
Zira bir yargıcın geleceğe ve sevdiklerine bırakabileceği en değerli miras budur. (EA/APK)