Türkiye'nin de aralarında bulunduğu çeşitli devletlerin ordu mensuplarından müteşekkil, NATO önderliğindeki barış gücü KFOR, Kosova'nın güvenliğini sağlamak üzere görevini sürdürüyor. Her ne kadar eskisine göre katılımcı ülkelerin sayısı azalmış olsa da, ülkenin en önemli kültürel etkinliği, uluslararası belgesel ve kısa film festivali DokuFest boyunca Prizren'in sokaklarında, hatta sinema salonlarında üniformalarıyla yüksek rütbeli askerlere bile rastlanabiliyordu; bazılarının Şiddete Dair (About Violence) gibi antikolonyalist ve antimilitarist filmlere homurdanarak tepki verdikleri dahi görüldü.
ABD ve Almanya büyükelçilerinin XIII. DokuFest onuruna verdiği resepsiyonlarda, elinde makineli tüfeklerle davetlilerin arasında muhafız gibi duran askerler bir yana, binaların teraslarında nöbet tutan nişancılar bölgede süren gerginliğin ispatıydı. Halk arasında konuşulur hale gelen, fanatik bazı grupların festivale yönelik bombalı sabotaj haberine inat, etkinlik boyunca dolup taşan Prizren sokakları, Kosovalılar'ın barış içinde, huzurlu günlere duydukları özlemin ifadesiydi.
Fakat birkaç sene önce Sırbistan'la AB gözetiminde yapılan görüşmelerde Kosova'nın başmüzakereciliğini yapmış olan Edita Tahiri'nin festivaldeki varlığı tepki gördü. Pahalı bir prodüksiyonla müzakere sürecini aktaran The Agreement (Anlaşma) belgeseli hazır bulunanlara şu anda Başbakan yardımcısı olan Edita'yı sık sık yuhalama imkânı sağlamış gibiydi; tecrübeli politikacı zedelenmiş gibi görünen prestijini mümkün olduğunca onarmaya çalışırken korumaları soğukkanlılıklarını koruyarak muhaliflere tepki göstermediler. Kapanış töreninde ise hararetle alkışlanan Kosova'nın başbakanı Hashim Thaçi değil, "kardeş" ülke Arnavutluk'un sporcu ve ressam geçmişli başbakanı Edi Rama oldu. DokuFest'in açılışında, özelleştirme sebebiyle yok edilme ihtimali protesto edilen Kino Bahçe'nin sinema olarak hizmet vermeye devam etmesinden yana tavır koyan Rama, meslektaşına anlamlı bir mesaj vermiş oldu.
DokuFest'in ardından
Pulp ve Jarvis Cocker, Johnny Cash'in eşi June Carter ve müzisyen ailesi, ABD'nin Pulitzer ödüllü sinema eleştirmeni Roger Ebert ve Gene Siskel'la birlikte yıllar süren işbirliği, Wim Wenders'in gözünden fotoğrafçı Sebastião Salgado, bu seneki DokuFest'e konuk olan belgesellerin konularından bazılarını oluşturuyordu. Geçenlerde IŞİD tarafından katledilen James Foley'in katkıda bulunduğu Human Rights Watch'a ilişkin çalışma, İranlı sanatçı Mania Akbari ile İrlandalı Mark Cousins arasındaki görüntülü mektuplaşma, Merkel'in hayalî bir ilişkisi üzerinden Almanya Başbakanının anatomisi de Prizren'deki etkinliğin geniş yelpazesini zenginleştirmiş oldu.
İngiltere'nin alternatif rock grubu Pulp ve özellikle solisti Jarvis Cocker'a odaklanan Florian Habicht'in belgeseli samimi ve esprili yaklaşımıyla seyircileri cezbetti. Grubun kurulduğu Sheffield kentinde, kariyerlerinin şimdilik son konserinin enerjisini hassasiyetle aktaran Pulp: A Film About Life, Death & Supermarkets meraklılarına tavsiye edilir.
ABD'nin muhalif sanatçılarından Johnny Cash'in de çeşitli vesilelerle yer aldığı ama esasen eşi June Carter'ın müzisyen ailesini tanıtan The Winding Stream country müziğine insancıl bir bakış atıyor. Yönetmenliğini Beth Harrington'un yaptığı duygusal belgesel ABD taşrasında yaşanan zorlu hayatlardan yola çıkarak ünlü olmaya giden uzun süreci arşiv görüntülerinin gücüyle gözler önüne seriyor.
Üç kadından müteşekkil Dixie Chicks'ler ise ülkenin country müzik dalında en popüler grubuyken bir konser sırasında telaffuz edilmiş Bush aleyhtarı bir cümle yüzünden ABD'de lanetlenmiş ve milliyetçilerin başlıca hedefi haline gelmişti. Barbara Kopple'ın yönettiği Dixie Chiks: Shut Up and Play 2006 yapımı olsa da ABD Irak savaşı sonrası çeşitli müdahalelerde bulunmaktan imtina etmediğinden güncelliğini koruyor.
Sömürgecilik ve yıllarca süren iç savaş yüzünden sefaletle kuşatılmış Angola'da death metal en popüler müzik olma yolunda. Huambo'daki Okutiuka kimsesizler yurdunun yöneticisi Sonia Ferreira ve kurumda kalan bazı gençlerin önayak olmasıyla düzenlenen müzik festivali Jeremy Xido'nun yönetmenliğindeki Death Metal Angola'nın ana eksenini oluşturuyor ve belgeselde ruhların iyileşmesinde müziğin rolü başarıyla irdeleniyor.
ABD'nin en etkili kültür simalarından biri, sinema eleştirmeni Roger Ebert'i hayatının son döneminde kanserle boğuşurken takip ediyoruz. Ülkenin televizyon tarihinde çığır açan film eleştirisi programında meslektaşı Gene Siskel'le atışmaları ön plana çıksa da, Ebert bir mesajında ortağından hayatında en çok yakınlaştığı erkek olarak da bahsediyor. Steve James'in Life Itself adlı 112 dakikalık sürükleyici yapımında birbirinden renkli arşiv görüntüleriyle sektörün adeta resmigeçidine tanık oluyoruz.
Life May Be adlı deneysel yapımda cesur sanatçı Mania Akbari'yi son yılların en üretken belgeselcilerinden Mark Cousins'le iletişim halindeyken görüyoruz. Birbirlerine görüntülü mektuplar atarlarken kültürleri arasındaki farkları irdeliyor, dünyalarının mahrem noktalarını bizimle de paylaşıyorlar. Festivalde Cousins'ın Arnavutluk konusunda Here Be Dragons adlı yapımı da epey ilgi gördü.
Jochen Kuhn'un Angela Merkel hakkındaki Sunday 3 adlı eseri Almanya başbakanının sahipmiş gibi göründüğü iktidara rağmen zaaflarıyla ve imkânsızlıklarla nasıl boğuştuğunu aktarmaya çalışıyor. Durmadan değişen çizimlerden müteşekkil yapımda Merkel'in yüz ifadeleri iç dünyasının doğrudan yansıması oluyor, ortaya çıkan sonuç kurmaca olarak kabul edilse de insanın yasak ilişkiye inanası bile geliyor.
Savaşın dehşeti
Suriye'deki korkunç durumu bir televizyon haberi olarak değil de, insanlığın dikkatini çekecek bir imdat çığlığı gibi kurgulayan Ossama Mohammed ve Wiam Simav Bedirxan'ın Silvered Water, Syria Self Portrait'i seyircileri zorlayacak görüntülerle doluydu. Yıkıntılar, çatışmalar ve ölümlerin dışında, bilhassa işkenceye tabi tutulanların perdeye tekrar tekrar yansıyan çekimleri memleketinin dışında yaşayan Ossama'nın adeta çaresizliğini ifade ediyor, belgesel seyircilerini de duruşları hakkında bir durum muhasebesi yapmaya teşvik ediyor. Noma Omran'ın gayet etkili müzikal katkısı ve montajıyla öne çıkan yapım insanın hafızasından silinmeyen bir ağıta dönüşüyor.
Savaş konusunda çekilmiş bir diğer etkili yapım da Vardan Hovhannisyan'ın A Story of People in War and Peace adlı belgeseldi. 1915'in yüzüncü yıldönümü yaklaşırken, bazı kesimlerce tepkiyle karşılanan festivalin Ermeni Perspektifleri bölümündeki yapım, bir savaş muhabiri olan Vardan'ın 1989-1994 yılları arasında Karabağ bölgesindeki savaş muhabirliği günlerini, cephede çekilmiş görüntüler sayesinde birebir yaşamamızı sağlıyor. Yıllar sonra tekrar aynı kişileri bulmak üzere yola çıkan yönetmen sıradan insanların yurtlarını korumak üzere giriştiği mücadeleden derin yaralarla çıktıklarını ispatlarken, psikolojik travmalarını incelikle ortaya dökerek savaşı bir kez daha sorgulamamızı sağlıyor.
Bosna, Suriye ve çekimlerinde James Foley'in de çalıştığı Libya görüntüleriyle desteklenen E-Team Human Rights Watch hakkında gayet aydınlatıcı bir belgesel. Yönetmen hanesinde Katy Chevigny ve Ross Kauffman'ı gördüğümüz yapımda, kurumun iktidardakileri gittikçe rahatsız eden faaliyetlerine ve öncü ekiplerinin karşı karşıya kaldığı risklere tanık oluyoruz.
Göçmenlik ve sürgün
Arnavutluk'tan İtalya'ya yönelik göçün şimdiye kadar ortaya çıkarılan en geniş kapsamlı arşiv görüntülerini başarıyla kullanan yönetmen Roland Sejko, yabancılara ve özellikle mültecilere tahammülü kalmamış AB ülkelerinden İtalya'ya sanki ayna tutuyor. Anija adlı belgeselde, ülkeden bilhassa gemilerle kaçarken binlerce Arnavut’un deneyimlediği dramın Akdeniz'de tekrar tekrar yaşandığını adeta gözümüze sokuyor.
DokuFest'te ödüllendirilen belgesellerden Waiting for August Romanyalı bir kadının İtalya'da çalışmak üzere yalnız bıraktığı çocuklarına odaklanıyor. Teodora Ana Mihai'nin yönettiği çarpıcı belgesel erken yaşta sorumluluk sahibi olmak zorunda kalan çocukların yine de hayata gülen gözlerle bakmasına bizi ortak ediyor.
Kolay ulaşılır Avrupa toprağı konumundaki Kıbrıs'a yönelik yoğun göçün faturasını yine mülteciler ödüyor. AB'nin hantal bürokrasisinin yanında her geçen gün artan ırkçılık ve faşizm, Iva Radivojevic'in Evaporating Borders belgeselinde gözlemci bir çift gözün dikkatinden kaçmayan ayrıntılarla teşhir ediliyor.
Mustafa Kemal'in Türkiye Cumhuriyeti'nde tekkeleri kapatmasıyla Bektaşiliğin önde gelen fertlerinin Arnavutluk'a göç etmesi İljir Selimoski'nin belgeselinde sık sık ifade ediliyor. Journey to Mount of Tomor adlı belgeselde dedesinin izlerini arayan yönetmenle birlikte Bektaşiliğin dünyadaki en önemli merkezi haline gelen ülkedeki Bektaşi çevresine, kısaca da olsa göz atma imkânımız oluyor.
Soykırım
Uzun fotoğrafçılık kariyerinde dünyanın felaket bölgelerinde yaşanan trajedileri kamuoyuna duyurmak üzere canla başla çalışan Sebastião Salgado The Salt of the Earth adlı belgeselde tecrübelerini aktarıyor. Oğlu Juliano Ribeiro Salgado ve Wim Wenders'in ortak yönetiminde ortaya çıkan çarpıcı yapım, gezegenimizde yakın zamanda yaşanmış soykırımlar dahil olmak üzere insanlığın çeşitli ayıplarını, büyük sinema perdesine yansımasıyla etkisi fazlasıyla artan fotoğrafçının eserleri üzerinden tekrar afişe ediyor.
Soykırım kelimesinin uluslararası hukuk terminolojine girmesi için ömrünü veren Raphael Lemkin devletlerin sorumluluklarını kabul etmedeki inatlarına karşı sonuna kadar mücadele etmiş, yalnızlık ve sefalet içinde ölmüş. Edet Belzberg'in yönettiği 120 dakikalık Watchers of the Sky, Ermeni soykırımından başlayarak, Almanya, Ruanda, Bosna ve Darfur'u masaya yatırmak suretiyle gezegenin geleceğinde benzer olaylara karşı da hepimizi uyarıyor.
Ve diğerleri…
DokuFest'in Çevre filmleri bölümünde ödül kazanan Metamorphosen Rusya'nın Güney Ural bölgesindeki nükleer enerji kurbanlarına eğiliyor. Dünyanın radyoaktivite açısından en tehlikeli bölgesinde yaşamaya çalışanlar, Sovyetler Birliğinin nükleer silahlarına yönelik üretimle başlayıp faaliyetine hâlâ devam eden Mayak tesisinde çeşitli kaza vakalarını hatırlıyorlar. Yönetmen Sebastian Mez'in özellike siyah beyaz görüntü kullanması elle tutulmayan, gözle görülmeyen, kulakla işitilmeyen ve kokusu solunmayan tehlikenin duygusunun sanki birebir yansımasına büyük katkıda bulunmuş.
Robert Redford'un Atlara Fısıldayan Adam filmine tecrübesiyle destek vermiş Buck Brannaman'ı konu alan Buck adlı belgeselde insanla at ilişkisinin ne kadar ahenkli olabileceği kanıtlanıyor. Cindy Meehl'in yönettiği yapımda atları anlamaya çalışmanın önemine ve cezalandırma yönteminin faydasızlığına dikkat çekiliyor. Dünyada yaban hayatın sürdüğü bölgeler ve atların kendi halinde yaşayabildiği alanlar yok olmak üzereyken atları bağrımıza basıp ortak bir geleceğe doğru yönelmemiz şart gibi görünüyor.
Avrupa Birliğinin utanç kaynaklarından biri, kömür emisyonları piyasası çevreye faydalı olmaktan çok zarar vermişe benziyor. Danimarkalı Tom Heinemann'ın The Carbon Crooks adlı inanılmaz belgeseli bu sektörden faydalanan sahtekârların AB bankalarındaki kabarık hesaplarına da işaret ediyor.
DokuFest'in özel kısalarından, Tibetli köylülere zarafetle eğilen Butter Lamp, Çinli yönetmen Hu Wei'nin hem görsel açıdan, hem de sosyolojik açıdan gayet ilgi çekici bir eseriydi.
Prizren'de bana aynı tadı veren bir diğer tecrübe ise Yugoslav sinemacı Karpo Godina'nın 70'li yıllarda Voyvodina'da çektiği görüntülerden müteşekkil Healthy People For Fun oldu. Karpotrotter adlı belgeselden önce perdeye yansıyan mevzubahis çekimlerin kolajıyla Balkan ruhunun mizahi tarafını bir kez daha duyumsayabildiğim için çok mutlu oldum, teşekkürler DokuFest...
Aralarında İnsan Hakları ödülünü kazanan Macaristan'dan Eszter Hajdu'nun ırkçılık ve Romanlar hakkındaki Judgement in Hungary, Green Dox bölümünden özel mansiyonla ödüllendirilen Farida Pasha'nın My Name is Salt dahil olmak üzere, ödüle layık görülen filmlerin listesine buradan ulaşabilirsiniz. (MT/AS)