Türkiye’de büyük bir don felaketi, arka arkaya gelen orman yangınları ve kuraklık haberleri ile karşı karşıya kaldığımız bir yılın sonuna geliyoruz.
Dünya da benzer bir süreçten geçiyor, tayfunlar, seller, orman yangınları, güçlü sıcak hava dalgaları… Dünya Meteoroloji Örgütü’ne göre 2025 yılı en sıcak ikinci veya üçüncü yıl olacak.
2025 Planetary Health Check raporuna göre gezegenimizin dokuz “yaşamsal sınırının” yedisini (iklim değişikliği, biyoçeşitlilik kaybı, arazi sistem değişimi, tatlı su krizi, besin döngülerindeki bozulma, yeni kimyasal maddelerin yayılması ve okyanus asitlenmesi) aştık. Bilim insanlarına göre 12 bin yıldır süren Holosen’in kararlı iklim koşullarının dışına çıktık.
Bu yaşamsal sınırlardan iklim değişikliği bütün diğer sistemleri kritik şekilde etkileyen bir kriz olarak karşımızda duruyor. İklim değişikliğinin yaşadığımız aşırı hava olayları ile bağlantısını kanıtlayan çalışmalar arka arkaya yayınlanıyor. İklim değişikliği biyoçeşitlilik krizinden, sağlık sorunlarına, göçlere ve politik krizlere kadar her yere etki ediyor.
Prof. Dr. Murat Türkeş ve Nami Yurtseven’in bu sene yayınlanan bilimsel çalışmasına göre Türkiye’nin iklimi hızla tropik ve kurak kuşaklara kayıyor. Eğer küresel ısınma bu hızla sürerse, 2070 yılı itibariyle Türkiye’nin yüzölçümünün yüzde 80’inden fazlası sıcak ve kurak iklim kuşağına girecek.
Bu, Güneydoğu ve İç Anadolu’da çölleşme anlamına geliyor; Doğu Anadolu’daki karasal iklimler daralırken kar örtüsü ve su kaynakları azalacak. Bu tablo, su stresi, tarımsal verim düşüşü, enerji talebinde artış ve kırsal göç gibi zincirleme etkiler yaratacak.
Gezegenin alarm verdiği bir dönemdeyiz
Bu arada iklim krizi konusunda dünyadan da iyi haberler gelmedi. 2024, 1,5°C sınırının ilk kez aşıldığı yıl oldu. Sağlığın nabzını tutan The Lancet Countdown 2025 raporuna göre iklim krizi artık sağlık krizi haline geldi. Rapora göre iklim değişikliği bulaşıcı hastalıkların yayılmasını hızlandırıyor, gıda güvensizliğini artırıyor ve çocukların gelişimini etkiliyor. Sağlık sistemleri bu yükün altında kırılgan hale geliyor. Bu nedenle iklim politikaları aynı zamanda bir halk sağlığı politikası haline geliyor.
Bütün bu gelişmeler yaşanırken, her yıl yayınlanan ve iklim değişikliği ile mücadelemiz ile hedeflerimiz arasındaki açığı değerlendiren Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) 2025 Emisyon Açığı Raporu hükümetlerin vaatleri ile dünyayı güvenli ısınma sınırı içinde tutacak hedef olan 1,5°C hedefi arasındaki uçurumun hiç olmadığı kadar büyüdüğünü ortaya koyuyor.
Mevcut iklim değişikliği ile mücadele politikaları, bizi yüzyıl sonunda kadar yaklaşık 2,8°C’lik bir ısınma patikasına sürüklüyor. 2030’a kadar gereken küresel emisyon azaltımı oranı yüzde 40, ancak mevcut taahhütler sadece yüzde 13 azaltım sağlıyor.
1,5°C hedefinin güvenli şekilde yakalanabilmesi için 2035 itibarıyla yıllık emisyonların 26 milyar ton karbondioksit eşdeğerine düşmesi gerekiyor, ancak bugün yaklaşık 58 milyar ton seviyesindeyiz. G20 ülkeleri küresel emisyonların yüzde 80’inden sorumlu, fakat aralarındaki adalet ve yük paylaşımı hâlâ zayıf.
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) tarafından ülkelerin iklim hedeflerini belirten Ulusal Katkı Beyanları’nı (NDC) değerlendiren 2025 Sentez Raporu’na göre 30 Eylül 2025 tarihine kadar 67 ülkenin sunduğu yeni NDC’lerin toplamı, emisyonları 2019 seviyesine göre yüzde 17 azaltıyor. Hedeflerin yalnızca yüzde 23’ü 1,5°C hedefiyle uyumlu. Ancak, bu emisyon azaltım ölçeği, Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 1,5°C için gerekli gördüğü seviyelerin gerisinde kalıyor.
Gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeler için vaat ettiği iklim finansmanı hala tam olarak sağlanamadı. Gelişmekte olan ülkelerin “koşullu iklim taahhütleri”, iklim finansmanının sağlanmasına bağlı.Yani sonuç olarak ülkelerin 2035 iklim hedefleri 1,5°C hedefinden kopuk.
İşte bu nedenlerle 10 Kasım 2025 tarihinde Brezilya’nın Belem kentinde başlayan ve iklim değişikliği alanında en büyük küresel toplantı olan COP30 (30. Taraflar Toplantısı), Paris Anlaşması’nın bu hedeflere ulaşabilmek için etkili şekilde nasıl uygulanacağının kararlaştırılacağı bir toplantı olmak zorunda. Buna bağlı olarak COP30’un ana gündeminde iklim hedeflerini tutturacak azaltım ve uyum politikaları, iklim finansmanı, ormanlar ve biyoçeşitlilik, enerji dönüşümü olacak.
COP30: “1,5°C’yi yaşatmak” için son fırsatlardan biri olabilir
Greenpeace’e göre COP30 yalnızca bir iklim müzakeresi değil, küresel iklim politikalarını rayına oturtabilmek için bir yeniden yön verme fırsatı. Bu fırsatı asgari düzlemde şunları gerçekleştirerek iyi kullanma şansımız var:
- 1,5 °C hedefine ulaşmak için gerekli azaltım açığını gidermek ve bu kritik on yılda, özellikle enerji (fosil yakıtlardan uzaklaşma dahil), tarım, ormanlar ve arazi kullanımı gibi kilit sektörlerde emisyon azaltımını hızlandırmak için adalet, eşitlik ve adil geçiş ilkeleriyle uyumlu bir Küresel Eylem Planı.
- Paris Anlaşması kapsamında orman eylemlerinin parçalanmasını ele almak ve 2030 yılına kadar ormansızlaşmayı ve orman bozulmasını durdurma ve tersine çevirme GST1 hedefinin uygulanmasını sağlamak için uygulanacak yeni, özel bir 5 yıllık Orman Eylem Planı.
- NCQG’nin (COP29 finansman kararları) uygulanmasını teşvik etmek, özellikle gelişmiş ülkelerden gelen kamu finansmanını artırmak ve gelişmekte olan ülkeler için artırılmış kamu finansmanını toplayabilmek için kirletenler ödeyecek şekilde vergilendirme yapılması konusunu ilerletmek için yeni bir daimi UNFCCC gündem maddesi oluşturulması.
Türkiye ve COP31 adaylığı: Boş bir vitrin mi gerçek bir vizyon mu?
COP30’un Türkiye için önemli çıktılarından biri 2026 yılında yapılacak COP31 için ev sahibi ülkenin belirlenmesi olacak. Türkiye ve Avustralya (Pasifik ada devletleri ile birlikte) COP31 ev sahipliği için iki aday ülke. Türkiye daha önce de farklı COP’ların ev sahipliği için aday olmuş ancak adaylıktan çekilmişti. Bu sene ise Türkiye adaylıkta kararlı.
COP ev sahipliği için aday olan ülkeler her zaman çeşitli politikaları nedeniyle eleştirilerin odağı olabiliyor. Dünyanın en büyük ikinci kömür ihracatçısı Avustralya da iklim değişikliğine karşı en kırılgan olan ve iklim eylemi için de en çok elini taşın altına koyan Pasifik Ada Devletleri’nin desteği ile bu adaylık sürecini sürdürüyor.
Türkiye’nin COP31 adaylığı bir fırsat olabilir. Ama bu fırsatın gerçek bir iklim liderliğine dönüşebilmesi için iklim ve enerji politikalarımızda aşılması gereken engel çok. Türkiye Paris Anlaşması’nı 2021’de onayladı ve 2053 net-sıfır hedefini açıkladı. Ancak somut ana ve alt hedefler olmaksızın tek başına net sıfır hedefine ulaşmamız mümkün değil. Ne durumdayız görmek için birkaç kritere bakacak olursak:
- Türkiye’nin 2035 iklim hedefi (NDC) küresel 1,5°C derece hedefi ile uyumlu değil. Önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Eylül ayında New York İklim Zirvesi’nde açıkladığı ve sonra UNFCCC’ye teslim edilen NDC’ye göre emisyon azaltım hedefi 2035’e kadar Türkiye’nin emisyonlarını artırmaya devam etmesi anlamına geliyor.
- Bir iklim hedefinin en önemli bileşeni fosil yakıtlardan çıkış planı. Türkiye 2024 yılında Avrupa’nın en büyük kömürden enerji üreticisi ülkesi haline geldi. Bir kömürden çıkış tarihi ya da planı yok. Aksine bütün enerji planları içinde kömür var. Enerji Bakanı Bayraktar, geçtiğimiz aylarda hem eski hem de yeni kömürlü termik santraller için teşvik planı açıklayacaklarını ve bu plan kapsamında alım garantisi vereceklerini açıkladı. Henüz planın detayları açıklanmadı ama Elektrik Üretim A.Ş. (EÜAŞ) termik santraller ile alım anlaşmaları yapmaya başladı.
- Fosil yakıtlardan çıkışta hayati önem taşıyan adil geçiş konusunda yeterli ve etkili adımlar atılmıyor.
- Türkiye yenilenebilir enerjiler konusunda iddialı ve iklim politikasının tek parlak yanı yenilenebilir hedefleri diyebiliriz. Türkiye’nin 2035 yılına kadar yenilenebilir kapasitesini 120 GW’a çıkarma planı var. Ancak, iklim krizinin en başta saydığımız bütün etkilerine ve iklim politikalarının bu etkisizliğine rağmen bu yıl zeytinlikleri, ormanları, meraları, koruma alanlarını talana açan bir torba yasa Meclis’ten geçti. Bu yasanın savunu noktalarından biri de yenilenebilir enerji projelerinin önünü açmaktı. Yasayla mücadele ilk günden bu yana sürüyor. Bu da kimin için ve nasıl bir yenilenebilir enerji tartışmasını yükseltiyor.
- Bu yıl ilk İklim Kanunu büyük tartışmalar ile TBMM’den çıktı. Ancak bu kanun iklimi korumaktan oldukça uzak.
- Adaptasyon stratejisi var ancak uygulama ve finansman pek çok iklim politikası bileşeni gibi zorda.
Türkiye’nin COP31’e ev sahipliği yapması iklim liderliği iddiasını kanıtlaması ve iklim değişikliği gündeminin ilk kez bir ana gündem maddesi olarak ülkenin gündemine girmesi açısından oldukça önemli.
Ancak son yıllarda ev sahipliği yapan ülkelerin en çok eleştirilen yönleri birer fosil yakıt ülkesi olması ve sivil alanın baskı altında olmasıydı. Bu nedenle Türkiye’nin olası COP31 ev sahipliği durumunda bazı politikalarını gözden geçirmesi ve bazı soruları şeffaflık ile cevaplaması gerekiyor:
- Türkiye, teslim ettiği ve 2035 yılına kadar emisyon artışının devamını öngören NDC’sinde anlamlı bir değişiklik yapacak mı?
- Fosil yakıtlardan çıkışa dair bir tarih verecek mi?
- Fosil yakıt teşviklerini sonlandırma kararı alacak mı?
- Bundan önce petrol ve gaz ülkelerinde düzenlenen COP’larda, bu zirvelerin fosil yakıt anlaşmaları için kullanıldığına, fosil yakıtlardan çıkışa dair eylemlerin baltalandığına dair pek çok skandal yaşandı. Türkiye bu süreçleri şeffaf bir şekilde yürütecek mi?
- Böylesine büyük ve küresel bir zirve düzenlemenin ekonomik maliyeti zorlu ekonomik koşullar altında yaşayan halkın cebinden mi yoksa kirletenlerin cebinden mi çıkacak?
- COPlar aynı zamanda büyük bir sivil toplum eylemliliğinin de olduğu zirveler. İklim ve insan hakları aktivistleri hemen hemen her ülkede baskı ile karşılaşıyor. Türkiye, zirve öncesinde, sırasında ve sonrasında sivil toplumun ve hak savunucularının taleplerini dillendirdikleri eylem ve çalışmaları yapmaları için güvenli, açık ve katılımcı bir ortam sunacak mı?
Bu sorulara pek çok yeni soru eklenebilir. Bazıları Avustralya ve diğer ülkeler ile karşılaştırma yaparak bu soruların haksızlığından dem vurabilir. Ancak dünyada iklim değişikliğinin kaderini belirleyen toplantılardan biri olan bir zirve söz konusu olduğunda ve gezegen her yerden alarm verirken hangi ülke COP başkanlığı yaparsa yapsın sivil toplum olarak bu soruların cevaplarını aramak zorundayız. Bunların tartışılabilmesi bile bizi ileriye taşıyıp, Türkiye’nin iklim lideri olma iddiasını kanıtlamasına yardımcı olabilir.
Sonuç olarak hem COP30 hem Türkiye’nin COP31 adaylığı için soru belli: Gezegen on yıllardır verdiği uyarıyı her yıl daha yüksek perdeden yenilerken, iklim krizini durdurmak için cesur adımlar mı atılacak yoksa dostlar alışverişte görsün oyunu devam mı edecek?
(ETA/HA)











