Ertuğrul Özkök diline “mahalle havası”nı doladı ya, herkes bir bityeniği arıyor şimdi bu hikâyede, ister istemez. Kim ağzını açıp gericilerin AKP’nin ezici seçim zaferinden sonra gitgide artan marifetlerinden ve bunlardan kaynaklanan kaygı ve sıkıntılarından söz etse, “şimdi Hürriyet ağzıyla konuşmayalım” diyen biri çıkıyor. AKP dalgası üstünden yol alabileceklerini, kendilerine “devr-i AKP”de yeni etki alanları, güç odakları oluşturma fırsatı açılacağını uman liberaller de durmadan uyarıyor: “Kemalist paranoyaya kapılmayın!”
Ordumuzun, 22 Temmuz öncesindeki çıkışlarıyla AKP’yi frenlemek bir yana, ona politik doping yapması gibi, Özkök’ün “mahalle havası”nı diline dolaması da pek çok kişiyi AKP politikalarına, ya da "devr-i siyaset"ine mazeret uydurmaya yönelterek tuhaf sonuçlar doğuruyor.
"Hep böyle" miydi gerçekten?
Bu mazeretlerden biri “bu zaten hep böyleydi” hikâyesi. “Zaten Ramazan’da oruç yiyene iyi gözle bakılmazdı”, “zaten bu kadınlar hep başlarını örterlerdi”, “zaten bebeleri hep kuran kursuna yollarlardı”, “zaten dinci dinciyi tutardı”… "Değişen birşey yok, heyecanlanmayalım; darbecilere çanak tutmayalım" demek istiyorlar ama, "değişen şeyler"in acısını çekmekte olanların acılarını görmezden gelmemize de yol açıyorlar eninde sonunda. Çünkü acı çekmek bir politik değerlendirme konusu değil, basbayağı bir ezilme konusu.
Gerçi Özkök’ün “kaygıları”na tercüman olmaya çabaladığı, kendilerine “beyaz zenci” diyen kadınların dertleriyle, gidişatın üzerlerine yıktığı büyük baskı altında kendilerine yol açmaya çalışan asıl büyük kitlenin dertleri farklı farklı. Birinciler, daha çok bir gelecek endişesinden yola çıkıyor: “Ya burası da Malezya gibi olursa; ya hayat tarzım, zevklerim ve değerlerim egemen hayat tarzı, egemen değer ve zevkler olmaktan çıkarsa…” Bu tasayı Milliyet yazarı Meral Tamer açık sözlülükle dile getirdi:
“Ekonomik özgürlüğünü kazanmış eğitimli kadınlarda 23 Temmuz sabahına kadar bu korku yoktu. Artık çok ciddi olarak var (...)
”Malum, ruh hali de bulaşıcıdır, tıpkı mahalle baskısı gibi. Ben de artık 8 - 10 yıl sonra Türkiye'de başımı örtmeden rahatça sokağa çıkarım diyemiyorum maalesef. Şimdilik bulduğum tek çare şu: Kadınlara mahalle baskısı, büyük kentlerin göbeğine kadar uzanacak olursa, bana müsaade... Kızımı da alıp Türkiye'den gitmek zorunda kalabilirim.”
Meral Tamer ve onunla aynı dünyayı paylaşan kadınların sınırları belirgin: “Kadınlara mahalle baskısı, büyük kentlerin göbeğine kadar uzanacak olursa…”
“Eskiden büyük kentlerin dış mahalleleri onların, göbeği bizimdi” demeye getiriyor Tamer. Bu sınırın aşılması olasılığıysa bir "tehdit". Ya aşılırsa? Tamer “çekip gidecek”. Bundan ötürü onu kınamak aklımdan geçmez. İnsan istemediği koşullarda yaşamaya nasıl davet edilebilir. Ama yazısının başlığını "Biz kadınlar korkuyoruz.." koyan yazarın bu yaklaşımının bütün kadınlarca paylaşılabilmek açısından bir sorunu var: Asimetrik olması! “Tehdit” toplumsal; "çare" bireysel. Oysa Türkiye’de on binlerce, hatta yüz binlerce kadın Tamer’in kâbus gibi tanımladığı koşullarda on yıllardır mücadele ediyor ve kendilerine yol açmaya çalışıyor.
Ramazanla artan ayrımcılık
Bu kadınlardan biri bianet'e yolladığı mektupta bakın nasıl özetliyor kendi şimdiki zamanını. Doğal olarak kimliğini, yaşadığı kenti ve çalıştığı kamu kuruluşunu açıklamıyorum, yeni baskılarla karşılaşmaması için. Ama onu bütün Türkiye’nin daha çok doğusunda, ortasında ve kuzeyindeki bütün küçük kent ve kasabalarında, büyük kentlerin dış mahallelerinde yaşayan kamu emekçilerinden biri kabul edebilirsiniz pekâlâ.
"Ramazan ayı geldi mi işyerinde psikolojik gerginlik de başlıyor. Kimsenin bir şey dediği yok görünüşte ama sessizce izlendiğimizi görüyoruz: Mesela sıkmabaş hizmetli devamlı odaları dolaşıyor daha evvel hiç dolaşmazken. Hatta kazara masa başında değilsek e-posta adreslerimizi almaya çalışıyor. Gün boyu her davranışımız izleniyor: O gün ne giymişiz, kollarımız, yakamız açık mı?... Aldırmıyoruz, artık alıştık bunlara...
“Namaz saatlerinde kim namaz kılıyor, kim kılmıyor zaten çoktan tespit edilmiş. Ama Ramazan ayrı bir şenlik… Yemekhaneye gidenler belli: Bir kaç Alevi personelle, bir iki Alevi olmayan personel. Bunların kim olduğu geçen yıldan da bilindiği halde isim listesi istiyorlar: Kaç kişiysek yemekhane personeli güya o kadar yemek çıkaracakmış da ondanmış… Biz bir kaç kadın evden yemek getirip gizlice bir depoda yiyoruz. Bizim için şenlik gibi, piknik gibi, sayelerinde daha çok eğleniyoruz:))))
“Tabii, sigara kokusu yemek kokusuna karışıyor; 'yakalamamış' gibi yapıyorlar şimdilik ama başka yerden çıkarıyorlar acısını. Uydurma bahanelerle savunma alıyorlar. Sürebileceklerini sürecekler. Emekliliği gelene dayatacaklar...
“Ramazan dışında da onlarla yemek yemek o kadar hoş değil zaten. Yemekhanede kadın erkek ayrı oturma yerleri, arası paravanla bölünmüş şekilde. Anadolu’da kamu personeli böyle çalışıyor anlayacağınız. Yemekhaneler çoktan haremlik selamlık oldu. Şimdi de ofislerin düzenlemesini öyle yapıyorlar yavaş yavaş… Bu benim işyerime özel değil hangi kuruma giderseniz aynı. Mesela bir iş yapılmamışsa ve idareci işi yapması gerekene “neden yapılmadı” diye sormuşsa “Şey… O sırada abdest alıyordum,” derse kurtuluyor. Oysa o iş üç aydır bekliyordur. Adam üç aydır durmadan abdest alıyor herhalde:)))....
“Başı kapalı olanlar işten kaytarabilir, idari izin alabilir, biz alamayız; normal yasal izni bile alana kadar göbeğimiz çatlar... İş aralarında okuduğumuz kitapların başlıklarını da takip ettiriyorlar hizmetliden bozma türbanlı ajanlarına: Ne okuyoruz, sol mu, sağ mı?
“Artık benim de masamda öyle bir kitap var, rica ile getirip sattıkları (almayanın mimlendiği bir rica bu elbet) ama bildiğimi okuyorum. Kendimi yarı açık cezaevinde hissediyorum, işimi kaybetmek korkusuyla susuyorum, artık ben de bir tansiyon hastasıyım bu gün boyu yaşadığım baskı sayesinde...”
Emekçi kadınların sola şimdi ihtiyacı var!
Anlatılan, Meral Tamer’in kaygılarını dillendirdiğinden başka bir sınıftan, yaşama ve çalışma koşulları üzerindeki baskıyla her gün yeniden yüzleşmeye mecbur, “çekip gitmek” diye bir seçeneği olmayan binlerce kamu emekçisi kadından birinin hikayesi.
Her sabah uyandığında, o gün karşı karşıya kalacağı yeni entrikalar, arkasından çevrilen fırıldaklar, önüne kurulan tuzakların kaygısıyla yüzü kararan, sokağa çıkmaya bir savaşa gidercesine hazırlanan, işyerinde inançları, fikirleri ve yaşam tercihleriyle gericiliğin baskısı arasındaki çatışmayı kazanamasa da kaybetmemek için durmaksızın strateji geliştirmek zorunda olan ve herşeye karşın iyimserlikle duruma göğüs germeye çalışan kadınlardan söz ediyoruz.
Eğer bu mücadeleye anlam kazandırmak ve örgütlemek de “sol”un, emekçi örgütlerinin işi değilse, bu ülkede sola neden ihtiyaç olsun? Türbanlı/türbancı kadınların mahalle örgütleri, yardım kuruluşları, dernekleri, vakıfları, partileri, belediyeleri, televizyonları, gazeteleri, diyanet işleri, hükümeti, meclis çoğunluğu, cumhurbaşkanı -hatta “liberaller”i bile- var. Onların, başlarını örtmek için “sol”un desteğine bir gün bile ihtiyacı olmadı gerçekte. Ama emekçi kadınların soldan başka hiçbir şeyleri yok direnmek için. Ertuğrul Özkök'ün konuştuğu, onların değil CEO'ların dili, CEO'ların tasası... AKP karşısında “sol”, bu emekçi kadınların dili olmayacaksa, onlar neden “sol”un yanında olsunlar? Neden Hürriyet'e değil de sola kulak kabartsınlar? Bunun için bir mantıklı neden gösterecek olan var mı? (EK)