Geçen hafta, tam da kolektif travma kavramı üzerine bir ödev yazarken, gazetelere 51 yaşındaki eski avukat Yaşar Öztemel'le ilgili bir haber düştü.
1980 sonrası girdiği cezaevinde gördüğü işkence sonrasında şizofreni teşhisi alan Öztemel, avukatlık yapmayı bırakmak durumunda kalmıştı. Kendisi Ankara Kızılay'da açık alanda sosyalizm ve devrim üzerine yaptığı konuşmalarla bilinirmiş. Kızılay'da gerçekleşen her eyleme destek veren Öztemel, Buca Belediyesi işçilerinin direnişi için yapılan yürüyüş sonrasında gözaltına alınmış ve "tedavisi yapılmak üzere" tutuklanmış.
Yaşar Öztemel, 12 Eylül'ün cezaevine kapattığı, bedenlerinde ağır yaralar bıraktığı, kısacası mağdur ettiği onlarca insandan biriydi.
12 Eylül, hem niteliksel açıdan, hem de niceliksel açıdan bir kolektif travmaydı. 650 bin kişi gözaltına alınmıştı, 1 milyon 638 bin kişi fişlenmişti, 30 bin insan işinden olmuştu. Bir de bu insanların çevresindekileri düşünün. Türkiye'de 12 Eylül'ün uğramadığı ev kalmamıştır diye bir iddia atsak ortaya, herhalde yanlış olmaz.
Ancak 12 Eylül'ü ve sonrasını travmatik yapan asıl unsur ise, Türkiye'nin hızlı bir şekilde tanınamaz hale gelmiş olmasıydı. Bir yandan medya devletin sesi olmuştu, insan hakkı ihlalleri almış yürümüştü, her türlü örgütlenme imkânsız hale getirilmişti ve insanlar baskı altındaydı; ama bir yandan da, Nurdan Gürbilek'in de altını çizdiği gibi, insanlar hiç olmadığı kadar özgür hissediyordu kendini. "Yüksek kültür"ü terk etme özgürlüğü, tüketme özgürlüğü, bedensel hazlardan yararlanma özgürlüğünü keşfetmişti insanlar.
Devlet şiddeti toplumsal hayatı bastırırken, tüketim kültürüyle gelen değişim; anlaşılması zor, yabancı, kuralları bilinmeyen ve beklenmedik bir çevrenin oluşmasına neden olarak, bir sürü insan için kendi başına bir travmatik etken haline gelmişti. Bir sürü insansa, yaşadıklarına anlam vermekte zorlanıyor ve travmatik deneyimleri daha da derin bir hale geliyordu.
Nasıl yüzleşeceğiz?
Şimdi ise yüzleşmeden ve değişimden konuşup duruyoruz. 12 Eylül'ün planlayıcıları ve uygulayıcıları, kamusal vicdanda çoktan mahkûm edildi. Ancak 12 Eylül'ün sebep olduğu yaralar ne kadar kapandı, bu acılar ne kadar konuşuldu, görünür hale geldi ve kabul edildi? Bunlar hâlâ temel birer soru işareti oluşturuyor.
Artık kimse sevmiyor Kenan Evren'i, hatta kendisiyle sıklıkla dalga geçiliyor. Hiç kolay değil artık 12 Eylül için "kardeş kavgasını bitirdi" demek. Öte yandan biliyoruz ki; "kardeş kavgasını bitirdi" diyenler, "cezaevlerinde işkence yoktu" diyenler, bugün köşe yazarlığı yapmaya devam ediyorlar ve özgürlüklerden de bahsedebiliyorlar. Soru çok temel nihayetinde: 12 Eylül'le yüzleşmenin neresindeyiz?
Peki, ne olur ise 12 Eylül ile hakiki bir yüzleşme gerçekleşmiş olur? Yaşar Öztemel'in durumu, bazı yaraları sarmanın o kadar da kolay olmadığını gösteriyor.
Gonzalo Justiniano'nun Amnesia (Unutma - 1994) isimli filmden yola çıkan Brett Levinson (2002), radikal adaletsizlik (radical injustice) kavramından bahseder. Bu kavramla anlatmak istediği, bazı zulümlerin yol açtığı acıların ölçülemez olduğudur. Dolayısıyla kimi zaman bir suç ve ceza denkleminden bahsetmenin imkânsız bir hale geldiğidir. İntikam, bu durumun tipik bir örneği. İntikam alan kişi, adaletin tesis edildiği hissiyle bir rahatlamaya kavuşmaz, tam tersine adaletin imkânsız olduğu, acısının dindirilemez bir yanının olduğu gerçeğiyle çırılçıplak karşı karşıya kaldığı için bir boşluğa düşer.
Travma sonrası iyileşme, hem psikoloji literatüründe, hem de günlük hayatta, semptomların ortadan kalkması olarak düşünülür. Sürekli gerginlik hali, huzursuz uykular, kâbuslar ve diğer sıkıntı verici olgular ortadan kalktığında, kişinin artık travmatik deneyimin üstesinden geldiği varsayılır.
Travmanın bedeli
Toplum nezdinde yüzleşmeden beklentiler de, bir yanıyla semptomatiktir: Şiddeti yaratanların yargılanması ve adil bir şekilde cezalandırılması, çekilen acıların görünür, bilinir ve konuşulur hale gelmesi, mağdurlardan özür dilenmesi, mağdur olanların mağduriyetlerinin giderilmesi için gerekli sosyal destek adımlarının atılması ve sonuçta toplumdaki güven hissinin yeniden inşa edilmesi.
Belki de semptomların literatürde kendine bu kadar yer bulmasının anlamı da budur; semptomun olduğu yerde acıyı da, iyileşmeyi de ve hatta belki adaleti de ölçülebilir kılan kıstaslara sahip oluruz.
Yaşar Öztemel'in durumu ise, bazı acıların psikolojik ifadesinin semptom olarak değil, bir kopuş olarak ortaya çıktığını gösteriyor. İnsan deneyiminin özgün bir boyutundadır artık; zihninin çalışma biçimi kökünden etkilenmiştir. Travmatik deneyimin bedelini, semptom olarak değil; zihnin yeniden yapılanması biçiminde ödemiştir: Psikotik bir kopuş yaşamıştır, yani bütün gerçeklik algısını içsel dinamikleri belirler olmuştur.
Psikolojik anlamda, onun için bir semptomdan bahsetmek zordur. Zira semptom, bir yapının içinden gelip, yapıya dair bir şey söyleyen, yapıyla ilişkisi olan ancak yapı tarafından da kabul edilemeyen bir şeydir. Semptomun ortadan kaybolmasıyla yapı yeniden düzenlenir ve ayakta kalır.
12 Eylül'ün yarattığı radikal adaletsizlik
Öztemel'in durumunda ise, yapı tamamıyla değişmiştir. Onun semptomu yoktur; psikotik varoluşu, bütün toplum için kendi başına bir semptomdur. Eğer semptomların ortadan kaldırılması mümkün değilse; yüzleşme ve psikolojik müdahale, neyi mümkün kılacaktır?
Sonuçta, Yaşar Öztemel bir tür radikal adaletsizlikle karşı karşıyadır: 12 Eylül onun bedeninde öyle bir kazınmıştır ki; onu semptomların, acının ve iyileşmenin konuşulabildiği bir dünyadan koparmıştır. Yaşar Öztemel, psikotik kopuşu aracılığıyla duymak isteyen herkese sormaktadır: Böylesi bir post-travmatik tepkinin geri dönüşü var mıdır? Eğer geri dönüş yoksa ne olacaktır? Adalet mümkün müdür?
Antonius C.G.M. Robben (2000), Arjantin'de darbe sonrasında gözaltına alınıp kaybolan çocuklarının cesetlerine ulaşmaya çalışan ailelerinden bahsederken, bu çabanın ailenin bakım verme işlevinin bir parçası olması açısından anlamlı olduğunu söyler. Aile, bakım görevini yerine getiremediğini ve çocuğunun bu yüzden kaybolduğunu hisseder.
Ne zaman ki çocuğunun cesedini bulur, ona uygun bir cenaze düzenler ve yatacak yer hazırlar, o zaman son görevini yerine getirmiş olur ve vermeye muktedir olmadığını düşündüğü bakım verme becerilerinin hiç yoktan bir kısmını yerine koyar. Çocuklarının yasını tutma imkânını yaratmış olur.
Tam da bu yüzden belki de, bazı acıların geri dönüşü imkânsız olsa da, bazı zulümler ortaya çıkmalarıyla beraber adaleti imkânsız kılsa da, hakikate, yüzleşmeye ve uzlaşmaya ihtiyacımız var. Kendi affetme ve affedememe kapasitemizi görebilmek, bazı acıların ölçülemezliğinin yarattığı meydan okumayı kabullenerek birbirimizle ilişki kurmayı deneyebilmek için... Gidenlerin yasını tutabilmek ve geç de olsa onlara bakım verebilmek için, eksik de olsa, yaralı da olsa, imkânsız da olsa, adalete ihtiyacımız var gibi görünüyor. (BÖŞ/HK)
(Yaşar Öztemel 28 Mayıs'ta serbest bırakıldı.)
Kaynakça:
Levinson, B. (2002). Obstinate forgetting in Chile: Radical injustice and the possibility of community.
L. Belau & P. Ramadanovic (Eds.), Topologies of trauma: Essays on the limit of knowledge and memory (211-231) içinde. New York: Other Press.
Robben, A. C. G. M. (2000). The assault on basic trust: Disapperance, protest and reburial in Argentina.
A. C. G. M. Robben & M. M. Suarez-Orosco (Eds.), Cultures under siege: Collective violence and trauma, (70-101) içinde. New York: Cambridge University Press.
* Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği Üyesi