Haberin İngilizcesi / Kürtçesi için tıklayın
Erkeklerin ‘’erkekliği ve erkeklerin ürettiği şiddeti’’ sorgulayarak, yaşanmışlıklarla konuşmaya başlamasının neden çok önemli olduğunu ve kendi açımdan bunun beni korkuttuğunu vurgulamak isterim.
Evet, bir erkek olarak bu konu üzerine düşünmeme birtakım korkuların eşlik etmesi bu yazı dizisinin sandığımdan da önemli olduğuna işaret ediyor.
Çünkü bu konuda yazı yazmak bile kadın cinayetlerini kınamanın ve dillendirmenin ötesinde farklı bir şeyler söylemem, yapmam gerekliliğini, aslında da yapmaktan kaçtıklarımı aramak zorunda bırakıyor.
Galiba tüm katmanlarıyla erkekliği konuşmaya çalışmak çıplak kalma korkusu ile baş etme cesaretini gerektiriyor. Zaman, zaman bir çoğumuzun ‘’Sonuçta ben de bu toplumda yaşayan bir erkeğim" demesi gibi olacak biraz ama; neyse ki bu bir başlangıç.
Özel ve kamusal olan her yerde sistematik olarak kadınlara uygulanan her türlü şiddet ve taciz olaylarının, olağan karşılandığı toplumsal ağ örgüsünde benim sorumluluğum ne? Benim bu konunun doğrudan öznesi olmamamın ne kadar anlamı var?
İmamın kinli bakışları
1965’de Karaman’ın Sinci köyünde ilkokula başladım. Tek sınıf, tek öğretmen, ilk sırada birler, diğerleri arada, son sıra beşler oturma düzeni içerisinde kendimi bulduğumda yedi yaşındaydım.
Hepimiz beyaz yaka, siyah önlük, yün çorap ve lastik ayakkabılı, kızlar beyaz kurdeleli öğrenciler olarak bayrak direğinin önüne dikildiğimizde, İrfan öğretmenin hazır ol komutundan sonra asla kıpırdamazdık.
Cumartesi öğleden sonra hafta sonu tatili başlayınca soluğu Sarıların Halil’in ahırının arkasındaki kuytu yerde sakladığımız kendi imalatımız olan oyuncaklarımızın yanında alırdık.
Zaten pazar günleri hocaya giderdik. Köyde hatim indirmeyi beceren çocuklardan övgüyle söz edilirdi.
Bir gün köyün imamı oyun oynadığımız damın arkasında beliriverdi. Doğrudan Asiye’ye yöneldi ve kolundan tutarak kaldırdı, gözlerini belertti, ileriye doğru savurdu; ’’Bir daha erkeklerle oynamayacaksın ve evden dışarı çıkmayacaksın," diye bağırdı.
Geriye Asiye’nin ay çiçeğinin baş kısmından yapmaya çalıştığı parçalanmış tekerlek kaldı.
Kızlarla oğlanlar...
Asiye bir daha hiç oyunumuza katılmadı. Çok korkmuştum; kendimi suçlu hissetmiştim. Ahmet babasının kardeşine davranışından sanki çok mutluydu "Ben ona söylemiştim," dedi.
Köyün en saygın, sözü dinlenen hoca efendisi sayesinde kızların oğlanlarla oyun oynayamayacağını öğrenmiştim. İmamın kinli bakışları gözümün önünden hiç gitmedi.
Yıllar çabuk geçti, biz şehre taşındık. Artık tek sınıf, tek öğretmenli Gazi Mustafa Kemal İlkokulunun öğrencisiydim. Köydeki arkadaşlarımı sadece harman zamanı yazın görebiliyordum.
Onları özlüyordum; en çok da sürekli kavga ettiğim, kızdırdığım, iletişimimi vurup kaçarak kurduğum Ayşegül’ü. Tabi bunu kimseye hiçbir zaman söylemedim.
Sonraki yıllarda Zeliha ile Hüseyin’in evlendiğini duydum. Hüseyin cılız, sessiz bir çocuktu. Hani elinden ekmeğini alsan seslenmez derler ya işte öyle bir çocuktu. Zeliha’nın gençliğini hatırlamıyorum.
Manşetler Namus Cinayeti
Korkunç haber hızlı duyuldu köyümüzde cinayet işlenmiş; Hüseyin, karısını öldürmüş. Babam ikinci gün eve olayı haber yapan tüm gazeteleri toplayıp gelmişti. Manşetler "Namus Cinayeti".
İnsanın kanını donduran bu olay günlerce konuşuldu. Ailesinin Zeliha’nın cenazesini sahiplenmediğini söylediler. İlk mahkeme için ahali adliye önüne toplandığında oradaydım.
Hüseyin, jandarmaların arasında eli kelepçeli olarak adliyeye getirildi. Jandarmalar önemli bir şahsiyete eşlik ettikleri için olacak ki omuzları dik, göğüsleri öne doğru çıkmış, sert bakışlarıyla etrafı kontrol ediyorlardı.
Cılız, çelimsiz Hüseyin’e bir can gelmiş yürüyüşü değişmiş sanki cinayeti işleyen, bir insanı öldüren o değil. Sanki sünnetten sonra ikinci defa "erkek" olmuş.
Halkımız pek duyarlı, kalabalıklar toplanmış alkışlar arasında Hüseyin’i mahkeme salonuna gönderdiler.
Namusunu temizleyen kahraman, daha sonra ağır tahrik nedeniyle çok az bir ceza aldı ve serbest bırakıldı.
Çocukluk arkadaşımın öldürülmesi ile namus kavramını griye boyanmış soğuk duvarlar arasında biraz daha iyi kavramıştım. Jandarma, mahkeme, yargıç, ahali, devlet, adalet her şey bu cinayetin içinde var.
Sonuç "kader kurbanı" Hüseyin, "orospu" Zeliha ve milyonlarca Hüseyin artık "namus bekçisi".
Sosyalizmle çözeceğimize inanıyordum
Lise yıllarında hem siyasal ortamın etkisi hem yaşadığım toplumsal dokunun şekillendirdiği tipik solcu erkek olarak kendimi ispatlamaya başlamıştım bile.
Komünal toplum, ilkel toplum, feodalizm, kapitalizm derken mevzuların içine tam dalmıştım. Sosyalizmin ne olduğunu öğrenme hevesi ile halkevlerindeki seminerleri hiç kaçırmazdım. Artık Marksist fikirlerle tanışıp sosyalist ve devrimci olma yolunda epey bir yol aldım.
Antifaşist mücadelenin yükseldiği dönemde kavganın en önünde olmaktan hiç çekinmedim. Çünkü "Devrim şehitleri ölümsüzdür" sloganlarının kulaklarımızda çınladığı bir dönemdi.
8 Mart
Devrime o kadar çok inanmıştım ki… 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün tarihçesini o dönemde ‘’bacılarımızla’’ birlikte okuduk. Her ne kadar evde babam ve erkek kardeşimle birlikte üç erkek, anam ve kardeşim Sema’nın sınırsız hizmetlerini almaya devam etsek de, kadınlarla erkeklerin eşit olması gerektiğini anlamıştım.
Kadınlara kocalarının, kardeşlerinin yaptıklarını görmesem de emekçi kadınlara patronların yaptıkları haksızlıkları öğrenmiştim.
Bütün bu sorunları devrimden sonra sosyalizmle çözeceğimize inanıyordum ki 12 Eylül darbesi oldu. Sonra da Sovyetler Birliği çöktü.
"Adam gibi" dememeye...
Cezaevinden çıktıktan sonra 1984'te öğretmenlik görevime yeniden İstanbul’da başladım.1989 bahar eylemlerinin etkisi ile olacak ki kendimi mücadelenin içinde buldum.
Eğit- Der (Emekçi Eğitimciler Derneği) sonra da Eğit-Sen (Eğitimciler Sendikası) faaliyetlerinde aktif rol aldım. Bayanlara kadın denilmesi gerektiğini, emekçi kadınlar dışında kalan kadınların da sorunları olduğunu, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün kadın mücadelesindeki anlamını sendikadaki feminist aktivistlerin yarattığı farkındalıkla anladım.
Bugün bile (Gayri ihtiyari ağzımdan çıksa da) artık konuşurken dilime dikkat ediyor, "adam gibi" dememeye itina ediyorum.
Her ne kadar durumu böyle özetlemeye çalışsam da hayatın gerçekliği tam da böyle değil tabii.
Erkek erkeğe yaptığımız sohbetlerde her türlü küfür, cinsel içerikli sohbetler yapmaya devam ediyorum. Sadece kadınların bulunduğu ortamlarda özen gösterip içimdekini kendim biliyorum.
Muhafazakarlık
Demokratik kitle örgütleri ve sivil örgütlerde kadınların yönetimlere seçilebilmesi için, pozitif ayrımcılık ve kota uygulamaları yanı sıra eş başkanlık, eş sözcülük gibi yeni kurumsal düzenlemelerin yapılması kadınların mücadelesinin başarısıdır.
Kadın erkek eşitliğinin göreceli de olsa sağlanmak istenmesinin olumlu gelişmeler olduğunu görmekle birlikte, konunun bu kadar basit olmadığını öğrendiğimi sanıyorum.
Muhafazakârlık meselesinin sadece geleneksel kültüre sahip kitlelere ait olmadığını; kendini eşitlikçi, özgürlükçü, insan hakları savunucusu, ayrımcılığa karşı olduğunu ifade edenleri de kapsadığını kendi kişisel hayatımda çokça yaşamış birisiyim.
Düşünsel olarak toplumsal cinsiyet, cinsiyet farklılığı, ezilme, şiddet, egemenlik gibi konuları küçümseyerek, politik konuların dışında tutarak siyaset yapmanın yeniden, yeniden sistemi ürettiğini düşünmeye başladım.
Patriyarka ve kapitalizm
Bu nedenle kapitalizme ve onun ürettiği kültür faşizmine karşı mücadele fiili olarak istisna gibi gözüken olaylara karışmayan, müdahale etmeyen erkeklerin de sorunudur sonucuna ulaştım.
Cinsiyet eşitsizliği ve baskının münferit veya istisnai olmadığını baskı ve eşitsizlik kişiler arası ilişkilerde ortaya çıkan olgular düzeyinde ele alınsa idi biz erkeklerin işi daha kolay olurdu.
Fakat tam aksine olanlar, tüm toplumu etkileyen ve kişisel düzeyde kalarak açıklanamayacak boyuttadır. Sistemin özünde yeniden üretiliyor. Patriyarka ve kapitalizm aralarındaki ilişkinin ne olduğunu algılamaya başlarsam bu kaos içinde bile erkek olarak bilincimi temize çekebilirim.
Kadınların mücadelesinin kamu emekçileri örgütlülüğü içerisinde en nitelikli durumda olduğunu düşünürüm. Bu düşüncem birçok olumsuzluğa rağmen böyle.
Taciz, mobing
Toplumsal mücadelelerde emeğin, doğanın, insanın, LGBTİ’nin hakkını savunan, savaşa ve militarizme karşı çıkan, sendikalar ve demokrasi mücadelesi içinde olan örgütler sistemin ürettiği sorunlara karşı mücadele ediyorlar.
Fakat konu kendi örgütlerinde kadınların yaşadıkları, ya da karşılaştıkları vakalara gelince örgüt içindeki biz erkeklerin tutarsızlıkları iyot gibi açığa çıkıveriyor.
Kendi içlerinde yaşadıkları mobbing uygulamaları ve taciz vakalarını kapatmaya, kendi aralarında halletmeye ve çoğu zamanda örgütlerinin teşhir olacağı gerekçesi ile tacizi örtbas etmeye çok gerekçe üretiliyor.
Örgüt içi hukuk
Halbuki konu çok basit. Bir kadın çalışan taciz edildiğini iddia ediyorsa, yapılması gereken kadının beyanı doğrultusunda örgüt içi hukuku işletmek. İş yerinde kadının etkilenmeyeceği tedbirleri almak, ilk etap da demokratik bir örgütte yapılması gereken bunlar.
Ama böyle olmuyor, örgüt içi iktidar harekete geçiyor, soruşturma engelleniyor, tehditler, şantajlar, örgüt içi siyasetlerin yeniden dizayn edilmesi dâhil yüksek siyaset gizlediği erkek yüzünü ortaya çıkarıveriyor.
Böyle bir örgütün kendi içinde yaşadığı taciz/mobbing gibi olaylar karşısında nasıl küçük bir "devlet aygıtına" dönüştüğüne şahit olmak konunun ürkütücü boyutunu görmek benim için önemli bir deneyimdir...
Bu deneyim karşısında ben bazılarına göre "onurlu" bir tutum alarak, bazılarına göreyse "karı kız" meselesinden dolayı istifa ettim. Ama asıl önemli soru şu: Tacize/mobbinge muhatap olan kadına ne oldu?
Sonuç
Diana Scully tutuklu tecavüzcüler üzerine yaptığı araştırmada cinsel şiddetin, kökeni erkek egemen kültürde yatan yaygın bir sorun olduğu sonucuna varıyor.
Kısacası cinsel şiddetin sona erdirilmesi için kendimizi değiştirmeniz gerekiyor. Evet gerçekten "tesadüf değil", ki kadınlar erkekleri öldürmüyor. Erkekler kadınları öldürüyor. (SE/ŞA/APA)
* Görseller: Kemal Gökhan Gürses
"52 HAFTA 52 ERKEK" YAZILARINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
Bu kampanya Sivil Düşün AB Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. Bu kampanya içeriğinin sorumluluğu tamamıyla İPS İletişim Vakfı/bianet’a aittir ve AB'nin görüşlerini yansıtmamaktadır. |