Dünyada bir ‘tepki’ dalgası kol geziyor. Günlük toplumsal ilişkilere de siyasete de umut ve heyecan yaratan düşünce ve yönelimlerden çok, eski konumların kaybıyla da birleşen gelecek belirsizliğinin yarattığı endişeler, korku, kızgınlık ve öfke yön veriyor.
Bu duyguların doğasından ötürü pespaye bir popülizm, ırkçılık ve faşizan eğilimler çok daha kolay ve çok daha çabuk buluşabiliyor bu ruh haliyle.
Bu yüzden zaten Amerika Birleşik Devletleri'nden (ABD) Avrupa’ya, Türkiye’den Hindistan’a, Filipinler’e kadar dünyanın dört bir tarafında siyaset sahnesini Donald Trump, Marine Le Pen, Geerd Williams, Victor Orban, Modi, Duerte gibi birbirinden çapsız ırkçı faşist demagoglar kaplamış halde.
Kafamızı biraz kaldırıp etrafımıza bakacak olsak, sol’un geniş kesimleri tarafından da hala ‘kendinde şey’ olarak algılanan “Erdoğan vak’ası”nın, “milli bir felaket” olmayip burjuvazinin geleneksel siyaset tarzı ve egemenlik araçlarının işe yaramaz hale gelmesinden kaynaklanan dünya-tarihsel bir olgunun bu coğrafyadaki tezahürü olduğu gerçeğini göreceğiz.
Dünya “Erdoğan'lar Dünyası” haline gelmiş durumda.
Bu iki olgu aslında ne birbirinden kopuk ne de aralarındaki kesişme rastlantısal. İkisinin de kaynağı aynı: Bir zamanlar “tarihin sonu”nu getirdiği iddia edilen –ve nice ‘akılları’ başlardan alan- kapitalist neoliberal birikim modelinin ‘sonunun’ gelmiş olması yatıyor ikisinin de temelinde.
Emperyalist kapitalizmin yapısal krizine “çözüm” umuduyla burjuvazinin 1970’lerin sonunda sarıldığı neoliberal model, eskilerini derinleştirip keskinleştirmenin yanı sıra yeni sorun ve çelişkilere de neden olarak duvara toslamış durumda.
Bir zamanlar “çözüm” olarak yere göğe sığdırılamayan politika ve yönelimler bile şimdi yeni birer ‘sorun’ kaynağı olarak çıkıyor burjuvazinin karşısına. Dahası, tıkanan modelin yerine yenisini bulmakta da zorlanıyor. Velhasıl, sadece ‘tarihsel’ olarak değil ‘dönemsel’ olarak da ağır bir sistem krizi içindeyiz.
Bu bağlamda, Marksist yaklaşıma göre bir devrimin gerçekleşebilmesinin temel koşulunu oluşturan ‘nesnel koşulların elverişliliği’ bakımından tarihin karşımıza çıkarabileceği nadir kesitlerden birini yaşıyoruz.
Gel gör ki, mevcut imkanın gerçeğe dönüşebilmesini sağlayacak zorunlu koşulu oluşturan öznel etken yok meydanda!.. Bu açıdan sergilenen zayıflık –daha dobra bir tanımla ‘pejmürdelik’- yönüyle de tarihin ‘özel’ bir evresinde yaşadığımızı söylemek abartı olmaz.
Ne dünyada ne de Türkiye’de 'sol' adına insanlara heyecan ve umut veren bir proje yok ortada. “Düzeltilmiş bir kapitalizm” vadeden liberal reformist sınırlar içindeki Syriza deneyimi (ve benzeri yönelimlerin) yarattığı hayalkırıklığı tuz-biber oldu bu boşluğun (ve yol açtığı umutsuzluğun) derinleşmesine.
Bugün “sol” sürekli defansta. Düzene, en azından mevcut burjuva iktidarlara ‘muhalif’ siyasetlere yön veren hedef ve sloganların neredeyse hepsi gerçekten ya da varsayımsal olarak saldırı ve tehdit altında görülen birşeyleri ‘savunma’ temelli. Ve hep ‘parça’ ile sınırlı. Bu haliyle de toplumun arayış içindeki emekçi sınıf ve kesimlerinin bütününü kapsayıp etkileyici olmaktan uzak.
Lenin’in güzel bir sözü vardır: “Büyük bir rüyanın ilhamı olmadan kimse devrimcilik yapamaz!”
Bu kadar açık ve net!
Dolayısıyla, tarihinin belki de en etkisiz (ve ruhsuz) dönemlerinden birini yaşayan sol’un bu durumdan çıkabilmesi için önce kendisini heyecanlandıracak bir ‘rüya’ya ihtiyacı var!..
Bu noktada da çözümü yine sol’un kendi müktesabatında bulabiliriz. Bazılarının rant ve nostalji konusu haline getirdikleri ’68 devrimciliğinin rehber aldığı “Gerçekçi ol, imkansızı iste!” sloganından daha iyi bir yol gösterici mi olur?.. Bugün ihtiyacımız en başta tam da böyle bir ‘gerçekçilik’!..
Üzerimizdeki ölü toprağını atmaya ‘gerçekçi olmakla’ başlayıp ardından 21. yüzyılın sosyalizmini düşünmeye yönelsek...
Gelecek yazımızın konusunu “Sosyalizmi (yeniden) düşünmek” oluşturacak. (HSA/BA)