*Bu öykü, bianet’in 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için projelendirdiği “Kadın edebiyatçılar yazdı: Gerçek kadınlardan ilhamla” yazı dizisi kapsamında Aylin Işık’ın gerçek öyküsünden ilhamla kurgulaştırılarak yazıldı.
Fotoğraf: Aylin Işık ve aşağıda oğluyla birlikte.
O bahçeden içeri adım atarsan Kız Karası seni kapardı. Bir keresinde kızın teki buna cüret etmişti de çığlıklar ata ata delirmişti. Bir keresinde polisler, ambulanslar yığılmıştı bahçe kapısının önüne de, içeriden genç bir kızın ölüsünü çıkarmışlardı. Herkese ders olsundu. Kulaklara küpe olsundu.
“Kız Karası! Kız Karası! Sıkıyorsa ortaya çık!” diye uyduruktan bir şarkı tuttururdu mahalleli çocuklar bazen ama ödleri de kopardı. O bahçede iki gizli mezar vardı. Kız Karası’nın kocasıyla oğlu orada yatardı. O bahçeden içeri adım atarsan Kız Karası seni kapardı. O mezarlardan birine atardı.
Mahallenin erkekleri o ev yokmuş gibi davranırlardı. Kız Karası kimin nesiydi, neden delirmişti, kocasıyla oğlunu neden öldürmüştü, delirip de mi öldürmüştü, öldürünce mi delirmişti, evi buradaydı da kendisi neredeydi, inlere mi karışmıştı cinlere mi? Fazla ısrarcı sorulara ellerinin tersiyle yanıt verirlerdi.
Bu Kız Karası’nın insan yüzlü, gövdesi kıllı tüylü, belinden aşağısı yılan, akrep kuyruklu bir kocası vardı. Kız Karası’ndan başka herkese insan kılığında görünen bir ifritti bu. Kız Karası’na eziyetin türlüsünü, süslüsünü ederdi. Kâh zehir boca ederdi gırtlağından aşağı, kâh boğazına dolanır nefesini keserdi. İpek saçlarını Kız Karası’nın kökünden yolardı, hatta hakkında türlü yalanı diline dolar, kulaklara salardı.
Aylin o mahallenin kızı değil miydi, o da korkardı Kız Karası’ndan. Bir defasında korkudan anneannesine koşmuş, dizlerine sarılmıştı. “Ne oldu ananesi?” diye sormuştu anneannesi. “De kuzum.”
Aylin, “Kız Karası kovaladı,” deyince ilk tokadını yemişti anneannesinden. Kıpkırmızı olmuştu yanağı, kıpkırmızı olmuştu anneannesinin de gözleri. Yaşlı kadın yere tükürmüş, “Allah belasını versin öyle diyenlerin,” demişti. “Cümlesinin.” Aylin’in gözlerinin de dolu dolu olduğunu görünce saçlarını okşayıp göğsüne çekmişti onu. “Sen öyle deme ananesi, e mi! Kara Kız onun adı.”
Sonra hikayenin aslını, gerçeği anlatmıştı Aylin’e. Gece karası, kuzgun karası, zeytin karası…. Saçları dünyanın en güzel karası, gülüşü endamı kalbi gibi güzel Kara Kız’ın hikayesini.
“İpekten kara bir şal gibiydi saçları,” diye iç çekmişti anneannesi.
Aylin, “Benimkiler gibi mi!” diye sormuştu.
Anneannesi, “Aman kaderin benzemesin yavrum!” demiş, bir daha, bu defa daha bir sıkı bastırmıştı göğsüne Aylin’i. Bildiği bütün duaları okuyup üflemişti dakikalarca. “Ağzından yel alsın yavrum, melekler yazını güzel yazsın, Allah çirkin şansı versin!”
Şimdi, kapatıldığı bu, şehrin göbeğinde ancak hayatın fersah fersah uzağındaki kulede, anneannesinin korkusunu daha iyi anlıyordu Aylin. Evet, anneannesinin korkusunu anlıyordu anlamasına da, en kötüsünü gördüğü ve yaşadığı için artık hiçbir şeyden korkmuyordu Aylin.
Onu her sabah, kurulu saat gibi, tam beş buçukta uyandıran silah sesinden korkmuyordu artık. Evet, mütemadiyen arkasını kolaçan ediyordu ama onu kulede her yere takip eden, o sinsi fısıltıdan, o fısıltının savurduğu yakası açılmadık küfürlerden korkmuyordu artık. Yıkanırken bedeninin bazı yerlerine dokunmaktan, canının acımasından korkmuyordu artık. Sabahları sıçrayarak uyandığında, ona gözdağı verir gibi uluyan köpeklerden, köpeklerin dişlerini göstere göstere, kuleyi çevreleyen duvarlara atlamalarından korkmuyordu. Cehennem zebanileriyle dövüşüp de kapatılmıştı bu kuleye Aylin ne de olsa.
Her sabah, göğsünün içinde kurulu bir saat varmış gibi, o kanlı saatte sıçrayarak uyanıyor, kalp atışları nihayet düzene girdiğinde yıkanmış çamaşır, yemek ve adet kanı kokan odasını paylaştığı diğer kadınların tavana yükselen rüya balonlarını seyrediyordu. Ne hayaller ne korkular yüzüyordu o balonların içinde. O korkuları uzaklara fırlatıp hayalleri cilalarken, kendi için tek bir hayal kuruyordu. Hiçbir kadın Kız Karası olsun istemiyordu. En önemlisi buydu. Sonra… Oğlu Dağlar’la sadece kuşların uçtuğu, kervanların ve insanların geçmediği bir yerde, ağaçların koruyucu gölgesinde bir hayat sürmek istiyordu. Çayını demleyip kekini kabartmak istiyordu. O keki hayatta oğlundan sonra tek akrabası saydığı Esin ablasıyla paylaşmak istiyordu. Toprağın üstünde dolaşmak istiyordu sadece Aylin. Üstünde! Oğlu okusun istiyordu elbette. Oğlu kimseye düşman olmasın, oğlu kimsenin kılına zarar vermesin istiyordu. Oğlunun kılına zarar gelmesin, oğlu annesini düşman bilmesin. Oğlu Kız Karası masalıyla, yalanıyla büyümesin.
Bunların erişebileceği hayaller olduğunu biliyordu, sadece beklemesi gerekiyordu, bu kuledeki sayılı günlerini geçirmesi gerekiyordu. Günler çeşitli şekillerde geçiyordu. Liseyi kulede bitirmişti. Bağlamayı kulede sökmüştü. Eşe dosta kalpten gelen hediyeler yapmayı da.
Geçen yıllarda Aylin’in düşünecek çok vakti olmuştu bu kulede. En çok da anneannesinin anlattıklarını düşünmüştü. Hikayenin aslını. Mahallelinin tekrarladığı yalanları değil de gerçek hikayeyi. İnsanların bir yalana, masala, onu anlata anlata inanır hale gelmesi, gerçeği unutuvermesi çok acı bir şey olsa gerekti, yoksa anneannesi neden gözyaşlarına boğulsundu anlatırken. Aylin şimdi anlıyordu o acıyı. Korkudan, dünyanın bütün korkularından kurtulmuştu ama acı yakasını bırakmıyordu işte Aylin’in.
Toprak olup çürümemek için de olsa bir cana kıymanın acısı, çektiği zulmü ispat edememenin, kendi sözünün terazinin kefesinde bazılarının sözünden ağır basmamasının acısı, dost sandıklarının körler ve sağırlar’ı oynamasının acısı, oğlundan ayrı kalmanın acısı, giyecek bir takım elbisesinin, bağlayacak bir kravatının, alacak bir indiriminin olmamasının ve bu kuleye kapatılmanın acısı…
Adaletin terazisi bozuktu ama Aylin’in her gece uykuya dalmadan kurduğu mahkemede, zihnindeki ve kalbindeki o adaletli mahkemede Aylin beraat ediyordu. Vicdanı olan her mahkemede beraat ederdi Aylin, erkek vicdanlara inancı kalmasa da buna inanıyordu.
Dışarıda çektiği acılarsa çok uzakta kalmıştı. Nereye gitse hangi deliğe saklansa bulunma acısı, vücudunun bir deneme tahtası gibi kullanılmasının acısı, herkesin içinde hakarete uğramanın acısı, yapayalnız bırakılmanın acısı, cildinin mordan kırmızıya, mordan siyaha dönen renginin acısı, oğlu için ve elbet kendi için böyle bir hayatı istememenin acısı, nedenlerin akılalmazlığının acısı.
“İfrit, ‘Çok güzelsin,’ diyormuş Kara Kız’a. Kara Kız bana neden vuruyorsun diye sorduğunda. ‘Çok güzelsin.’ Sonra, ‘Benden korkman hoşuma gidiyor,’ diyormuş. Kara Kız’ın hayatında duymadığı kötü sözleri, kötü muameleleri biliyormuş. Hiçbirini esirgemiyormuş Kara Kız’dan. ‘Seni dövmekten elim ağrıdı, seni öldüreceğim,’ diyormuş. Başka çare bırakmamış Kara Kız’a, anlıyor musun?” diye sormuştu anneannesi Aylin’e. “Kara Kız’ı suçlayabilir misin ölmek istemediği için?“
Aylin bu soru üzerine kafasını iki yana salladığını ve tekrar ağlamaya başladığını hatırlıyordu. Çocuk aklıyla Kara Kız’ın itildiği uçurumu görmüş ama adını koyamamıştı: İfriti öldürmek zorunda kalması, ifriti öldürdüğü için çocuğundan ayrı kalmak zorunda bırakılması.
Kulede o uçurumun adını koymuş bir kadın olarak yaşıyor ve artık gözyaşı dökmüyordu. O uçuruma bakmış, hayatta kalmıştı ve onu herkese anlatmaya hazırdı. Herkese ders, kulaklara küpe olmaya hazırdı.
İşe yarar bir öfkeyi büyütüyordu göğsünde. Bu ifritleri doğuran, yetiştiren ve koruyan zihniyete karşı bir öfke. Bu öfke onu derdini daha iyi dillendirmeye yöneltiyordu. O zihniyet başka Kara Kızları kurban etmesin, deli etmesin, isim takmasın, mahkum etmesin, hayatlarını çalmasın diye. Çünkü güzel bir sevgiyi de büyütüyordu kalbinde ta çocukluğundan beri.
Bir kişi bile bilse gerçeği, o gerçek yaşamaya devam eder diye düşünüyordu Aylin. Bir kişi bile bilse gerçeği, onun ağzından filizlenirdi gerçek dünyaya. Elbet günün birinde dünya da insafa gelir, elbet günün birinde dünya da cesaretini toplar, elbet günün birinde dünya da merhamet eder de açardı kalbini ve gözünü o gerçeğe. O güne kadar başını düşürmeden bekleyecek ve hikayesini dillendirmeyi sürdürecekti Aylin işte.
Her gece irkilerek uyanacaktı belki, evet. Çocukluğundaki o bahçenin duvarının üzerinden kazasız belasız aşıp, yeri sadece kendisine malum olan mezarlara ulaştığında uyanacaktı bir silah sesiyle. Tam beş buçukta. Kurulmuş saat gibi. Bilecekti ki, uyanmazsa kıllı gövdesi, belinden aşağısı yılan, kuyruğu akrep bir adam çekiverecek onu mezardan içeri.
Aylin buna izin vermeyecekti çünkü uyanmıştı çoktan. Değil mi ki her dakika bu gerçeği okuyan insanları vardı! Değil mi ki Aylin toprağın üstündeydi!
8 MART DİZİSİ/ Kadın edebiyatçılar yazdı: Gerçek kadınlardan ilhamla
Gönül Kıvılcım: Yaşadığım için mutluyum
Elçin Poyrazlar: Emani'nin küpeleri
Aslı Tohumcu: Gerçek yaşamaya devam etsin
_____________
*Bu yazı dizisi IPS İletişim Vakfınca Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği desteğiyle yürütülen proje kapsamında yayınlanmaktadır. Yazıların içeriği yalnızca IPS İletişim Vakfı'nın sorumluluğundadır ve hiçbir biçimde FES'in tutumunu yansıtmamaktadır.
(AT/EÖ/SO/NÖ)