“kabataş’ta yaşandığı iddia edilen olay” konusunda, başbakanın söylediği “ortada kapı gibi adli tıp raporu var” deyince, adli tıbba dair bilgilerim, deneyimlerim, yaşadığım ya da tanık olduğum kimi örnekler, adli tıp kurumu’nun statüsü ve buranın adalet bakanlığının emrinde bir kurum olması nedeniyle, böyle bir raporun istendiğinde kolayca alınabileceğini varsaydım.
açıkçası raporda yazılanların “doğru olma” olasılığının az olduğunu düşündüm ilkin...
ayrıca, raporu bir kanıt olarak da önemsemedim; çünkü doğru olması durumunda bile ancak bir sonucu gösteren bir belgeydi.
bu tür adli tıp raporlarına, ancak yakınma bölümünde, o da muayene edilen kişinin ifadesi doğrultusunda olası neden olarak iddialar kaydedilir, o da bazen.
çünkü ne yazık ki bu tür raporlar, sevgili arkadaşım prof.dr. şebnem korur fincancı’nın bu haftaki yazısında da vurguladığı üzere “istanbul protokolü” çerçevesinde irdelenmiyor ve buna uygun raporlaştırılmıyorlar hâlâ.
dolayısıyla “doğru ve gerçek” bir raporun bile olayın oluşu konusunda bir kanıt oluşturmayacağını da düşündüm.
medya planlaması faaliyeti
öte yandan bu, tartışma sürecinde bence üzerinde durulması gereken noktalardan birisi değildi. ben olayı 8,5 ay sonra gündeme getirilmesini bir “medya planlama faaliyeti” olduğu noktasını öne çıkarak tartışmaya katıldım.
“ ‘yalan’lar üzerine fırtına koparanlar ve gündemi bunun çevresinde şekillendirenlere soruyorum, o video kayıtları herhalde bugün ya da dün kaydedilmedi, 31 mayıs'tan beri bir yerlerde duruyordu. 'neden o zaman ortaya çıkarılmadığını' soran bir tek kişi bile yok. basın bir gerçeği 8,5 ay sonra ortaya çıkarıyorsa, ona basın denilemez, o bir ‘medya planlaması faaliyeti’ yapıyordur...
yalan söylemeyin, yalanlara kanmayın, medya planlamacılarını medya sanmayın...” dedim
kuşkusuz bu noktayı öne çıkarmamda ümit kıvanç’ın kendi bloğundaki yazısında verdiği ayrıntılı bilgilerin de payı vardı.
gerçeği ön yargısız aramak
ama biraz durup düşününce, daha doğrusu her şeyi önyargısız sorgulamayı temel alan kuşkucu düşünce yaklaşımıyla konuya baktığımda başka bir gerçeği gördüm ve kendimi eksik düşündüğüm için eleştirdim.
adli tıp ya da daha genel olarak “iktidar erki”nin altında ve yönlendirmesindeki kurumlara dair düşüncem, mevcut yargılarım ve bunlara yönelik tutumum her olayda o olayı tüm unsurlarıyla birlikte ve her boyutunu irdeleyerek, sorgulamamı engellememeliydi.
tersine mevcut bilgi ve deneyimlerden bu sorgulama sürecinde yararlanılmalıydı!
şimdi yaşananlar, ortadaki somut durumun bu süreç zarfında ve hâlâ olması gerektiği biçimde irdelenmediğini gösteriyor.
sonuçta ortada bir saldırı ve şiddet uygulaması var ve buna dair bir de rapor var. adaletin ve hukukun gereği, bunu belirli bir kesimin yapıp yapmadığının ortaya çıkarılması olamaz. olayı bugün gündem yapan, tartışan tüm tarafların tutumları da olayın aslını gözden kaybetmeye yol açmamalı.
dolayısıyla “gezi direnişçi”leri ve ondan yana olanların benimsemesi gereken tutum da kendilerine yönelik iddiaların “yalan ve yanlı” olduğunu ispat etmek, bunun üzerinde iddiada bulunanları suçlamak ve buradan birilerinin çeşitli “rantlar” sağlamalarına zemin yaratmak olmamalı.
adaletin görevi
iddia edilen her şeyin gerçek olduğu üzerinden düşünmek gerektiğini ve mağduriyetini belirten kadının bedeninde saptanan “darp/travma” izlerinin hangi yolla ve kimin tarafından yapıldığını ortaya koymak adaletin bu konudaki en birinci görevi olmalı.
başta başbakan ve emniyet kurumları olmak üzere, tüm yetkililer, hiçbir biçimde bu sorumluluklarının gereğini yerine getirmekten kaçınamazlar. bu onların üstlendikleri görevlerinin gereğidir.
söz konusu şiddet uygulamasının iddia edilen nedenine dair bir bulgu olmasa da, dolayısıyla söz konusu olay kabataş’ta ve iddia edildiği gibi “gezi direnişi”ne katılan bir kesim tarafından yapılmasa da, gerçekler ortaya çıkarılmalıdır.
raporda belirtilen bu şiddet uygulamasının failleri bulunmak zorundadır.
belirli bir iddianın hedefindeki kimselere yönelik kanıtların bulunmaması asla bu görevi ortadan kaldırmaz.
çünkü kadının ve çocuğunun üzerinde hekimce saptanan darp ve travma izleri, mağdurların dile getiremediği ya da getiremeyeceği bir gerçeğin “imdat çığlığı” da olabilir.
bu imdat çığlığını duymamak ya da farkına varmamak, gündeme gelecek daha büyük bir mağduriyetin ortağı olmamıza yol açabilir.
bu, yalnızca mağdurun yararına değil, aynı zamanda haksız yere suçlanan kesimlerin aklanmasını sağlayacak, daha önemlisi ise, bir şiddetin faili olduğu halde “gizli” kalan gerçek suçluların ortaya çıkarılmasına yol açacaktır.
bu konuda böyle bir şiddete dair başka yerlerde olan ve şöyle ya da böyle kayda geçmiş bir başka olayın olmaması (olsaydı mutlaka onların görüntüleri de bu süreçte bir biçimde görüntülenir ve kanıt olarak ortaya konulurdu) bu şiddetin görece kamuoyuna yansımayacak bir yerde ve ortamda olduğunu düşündürüyor. böyle yerler ise her şeyden önce insanların yaşadıkları yerler ve “mahrem alanlar”dır.
o zaman söz konusu şiddet uygulamasının faillerini mağdura daha yakın yerlerde aranması da basit bir polisiye yaklaşımla bile düşünebilecek en yüksek olasılıklardan birisidir.
dolayısıyla mevcut iddia ve yapılan tartışmaların bir şiddet olayını gizlemek için bir araç olarak kullanılması da kabul edilemez.
medya ve diğer tarafların görevi
tüm bunlar medyanın talep etmesi ve gündeme getirmesi, daha doğrusu gündemi böyle kurması da medyanın bir görevidir.
medya konuyu “geziyi aklama” ya da “hükümete/erdoğan’a karşı bir propaganda aracı” olarak kullanmanın ötesinde işin bu yönünü de gündem yapan bir tarzı benimsemelidir. ancak bu yapıldığında medyaya yönelik eleştirilerin en azından bazı medya kesimlerinde dikkâte alındığı düşüncesi de ortaya çıkabilecektir.
benzer biçimde insan haklarından yana örgütler, tacize ve tecavüze karşı duran kadın örgütleri, adli olaylarda tıbbın ve hekimliğin üzerine düşen sorumlulukları gereğinde yerine getirmeyi savunan, tıp, hasta ve hukuk örgütlerinin de bu gerçeğin ortaya çıkarılması ve mağdurun mağduriyetinin giderilmesi ve onarıcı adaletin yerine getirilmesi dahil, üzerlerine düşen tüm görevleri yerine getirmelidirler. (ms/hk)