Medya algı açıyor!
O irili ufaklı yazarlardan biri, Radikal'den Yiğit Bulut , 6 Mart'ta ekonomi sayfasındaki köşesinde
"Aylardır bu köşeden sizlerle paylaştığım ve 'Yeni bir dünya düzeni kurulacak' fikri üzerine oturttuğum kavramların daha net bir şekilde hayata geçtiğini görüyorum. Temel anlayışın 'Her ne pahasına olursa olsun, askeri üstünlüğün ezici kabullendirme üstünlüğü ve enerjinin kontrolü' üzerine dayanacağı yeni düzen, günden güne tesis edilirken dillendirilmeye de başlandı."
Bulut, bu çerçevede Avrupa Birliği'nin ağırlığının olamayacağını iddia ettiği yazısının devamında da amacını şöyle açıklıyordu: "Tek bir amacım var. Türk insanının üzerine geçirilen algılama örtüsünü elimden geldiğince, inandığım yönde kaldırmaya teşebbüs etmek."
Bu yazının bir ekonomi yazarı olarak Bulut'un elinden çıkması ve gazetenin ekonomi sayfasında yayınlanması oldukça ironikti gerçi. Ama Bulut, bir sürü gazete yazarının "argümanı"nı güzel özetliyordu: "Yeni dünya düzeni silahların gölgesinde kurulacak ve ABD süper güç olarak bu kuruluşta rakipsiz, mutlak yaptırımlara sahip ülke olarak tek başrol oyuncusu olacak. Onunla saf tutalım ki biz de iyi bir yerlere doğru gidelim."
Bunlar okuru saf mı sanıyor ?
Bu argümanın yıllardır süren "küreselleşme", "büyük köy Dünya" söylemlerinin ardından, aynı kalemlerce oluşturulmasındaki çelişkinin çarpıcılığını daha sonraya bırakalım. "Teröre karşı savaş" diye başlayan bir askeri kampanyanın açık açık "enerji kaynakları için savaş"a dönüşmesinde aynı yazarların oynadığı meşrulaştırıcı, normalleştirici rolü de sonra ele alalım. İlk anda insan bu argüman karşısından başka bir noktada dehşete kapılıyor; Bulut ve benzerlerinin yazdıklarını okurken, tam o noktada, "ya bunlar çok saf, ya ABD'nin PR'ının fazla etkisinde kalmış ya da başka bir hesapları var" diye düşünüyor. O nokta, ABD'nin askeri güç olarak rakipsiz olduğunun iddia edildiği nokta.
Argümanın sahipleri, Rusya Federasyonu'nun ABD ile birlikte dünyanın iki nükleer gücünden birini oluşturduğunu bilmiyor olabilirler mi? Askeri yoldan "ya ben ya hiç kimse" dayatmasının bu ülkeye, 10 yıl önce yapılamadığı gibi, bugün de yapılamayacağını bilmiyor olabilirler mi?
Sovyetler'in askeri güç olarak "süper"lik vasfını yitirdiğinden değil, başka nedenlerle çözülüp dağıldığını ve doğal olarak ellerinde hâlâ, bir nükleer savaş durumunda pek çoğu ABD'nin korumasını delip geçecek yüzlerce kıtalararası balistik füze olduğunu bilmiyor olabilirler mi?
Irak'la ilgili bir savaş kararını veto edeceklerini açıklayan Rusya, Fransa ve Almanya ile gene ABD'nin Ortadoğu politikalarına karşı çıkan Çin'in muazzam bir askeri gücü temsil ettiğini bilmiyor olabilirler mi? Böyle bir bloklaşmadan ve bu bloklaşmanın sonucunda başlayacak bir "sıcak çatışma"dan, değil Türkiye, dünyanın sağ çıkamayacağını bilmiyor olabilirler mi?
Hürriyet'te Ertuğrul Özkök ise 7 Mart tarihli yazısında, tezkerenin meclisten dönmesiyle yaşadığı hayal kırıklığının ardından orgeneral Özkök'ün açıklamasıyla geri kazandığı güvenini "aydın muhasebesi yapma zamanı geldi" diyerek dışa vuruyor. Savaşa karşı çıkma mücadelesi vermesi gereken sadece iki halk (Amerikan ve Irak) olduğunu belirten Özkök, "ABD'de aydınlar, sanatçılar haftalardır, aylardır savaşa karşı gösteri yapıyorlar, ama 200 bin Amerikan delikanlısı daha şimdiden Kuveyt'te' diyor. Sonra da ekliyor: "Hiçbiri gıkını çıkarmıyor. Hiçbiri 'Memleketimden 10 bin kilometre ötede benim işim ne' demiyor."
Özkök'ün yazısı da Bulut'unki gibi "algı açma"ya, Türk halkının görüntüsünü bulandıran unsurları ortadan kaldırmaya adanmış.
Mutlak olarak ABD'nin yanında olma histerisine kapılan onlarca irili ufaklı yazar gibi Bulut ve Özkök de okurun ya çok saf ya da PR'dan hemen etkileneceğini düşünüyor olmalılar. ABD'de profesyonel askerlik olduğunu ve "200 bin Amerikan delikanlısı"nın ekmek parası için Kuveyt'te olduğunu Özkök bilmiyor olabilir mi? Hatta Amerikan ordusunun Leo Burnett'e iki yıldır "Army of One" sloganlı müthiş bir reklam kampanyası yaptırdığını, işlerin orada buradakinden epeyce farklı olduğunu bildiğinden de eminim.
Garmish Oyunu
11 Eylül 2001'den hemen sonra araştırma yaparken bulup okuduğum, ABD Deniz Harp Akademisi imzalı bir belge o zaman dünyaya bakışımı değiştirmişti. O günden beri, belgede şematik biçimde sunulan kavramların hayata uygulanışını izliyorum. "Garmisch Oyunu" başlıklı belge, Almanya'nın Garmisch kasabasında 26 - 29 Temmuz 1999 tarihlerinde gerçekleştirilen bir strateji çalışmasının raporuydu.
Oyun, ABD Deniz Harp Akademisi (US Naval War College) tarafından, George Marshall European Center for Security Studies (Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü) adlı kuruluşla işbirliği içinde organize edilmiş, aynı zamanda da George Marshall Enstitüsü'nün "Leaders for the 21st Century" ("21. Yüzyıl Önderleri") dersi çerçevesinde ele alınmıştı. Oyuncular, Harp Akademisi mensuplarının yanısıra, çeşitli Avrupa, Kafkasya ve Hazar bölgesi ülkelerinden askerler, diplomatlar, akademisyenler ile ulusal ve uluslararası birçok karar ve yürütme organıyla ilişkili diğer sivillerdi.
30 ülkeden 90 oyuncunun (44 oyuncu, dağılan Sovyetler Birliği'nin sınırları içinden; 30 oyuncu ise eski sosyalist blok ülkelerinden) katıldığı Garmisch Oyunu '99'in senaryosu şöyleydi:
2009 yılının eylül ayında Kafkasya bölgesini sarsan şiddetli depremlerin etkisi en çok Gürcistan'da hissediliyor, deprem sonucunda ülke ağır bir çöküş yaşıyor. Çok sayıda insan hayatını kaybediyor, ülkenin altyapısı kullanılamaz hale geliyor ve ulaşım felce uğruyor. Batı ülkeleriyle işbirliği yanlısı (orijinal metinde "western-oriented" diye geçiyor), Şvardnadze'nin ekonomik ve demokratik reformlarını sürdürmüş olan Gürcistan cumhurbaşkanı, dünyadan yardım istiyor.
Gürcistan cumhurbaşkanı, "insani yardım"ın yanısıra, bu yardımın "ayrılıkçılar", "suçlular" ve "milliyetçiler"in eline geçmesinin engellenebilmesi için, askeri yardım da istiyor. Bu üç grubun kitle imha silahları temin edebilecek durumda olduğu da senaryoda altı çizilerek belirtilmiş.
90 oyuncu, ülkeler adına oyuna katıldıkları gibi, Gürcistan krizi üzerine harekete geçen altı uluslararası bünyeye de paylaştırılmış durumda: Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa-Atlantik İşbirliği Konseyi, Avrupa Birliği/Batı Avrupa Birliği (AB/BAB), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ve insani yardım/sivil toplum kuruluşları (HA/NGO).
Raporun başında ise, senaryonun yedi temel meseleyle ilintili olduğu belirtilmişti. Bu meselelerin bazıları şunlardı:
* Petrol -doğalgaz boru hatlarıyla ilgili politikalar
* Etnik sorunlar
* Uluslararası örgütler ve bölge ülkelerinin rolleri
* Yeni bağımsız devletlerin uluslararası camiayla ilişkileri
Oyunun, ayrıca, aşağıdaki varsayımlar göz önünde bulundurularak, Avrupa'nın bölgede stratejik hedefleri olup olmadığının incelenmesini sağlayacak biçimde tasarlandığı da raporda belirtiliyordu. Varsayımların bazıları şunlardı:
* Başta petrol olmak üzere, Kafkasya'daki enerji kaynaklarının Avrupa için önemli olduğu; petrolün Hazar Denizi'nden Karadeniz ve Akdeniz'e iletilebilmesi açısından, Bakü-Supsa ve Bakü-Ceyhan boru hatlarının geçtiği Gürcistan'ın önemli bir coğrafya olduğu
* 1990'larda ortaya çıkan "Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği"nin olgunlaşmış olduğu ve ilgili oyuncuların elinde, NATO'dan ayrı olmayan ama gerektiğinde ayrılabilir ("seperable but not seperate") mekanizmalar bulunduğu
* Barış veya istikrar temini gerektiren durumlarda uluslararası işbirliklerine Rusya'nın katılımının artırılabileceği
Oyunda Türkiyenin yeri
Garmisch Oyunu'nda Türkiye'nin çok önemli bir yeri vardı. Gürcistan'a yönelik askeri yardım harekatı için Trabzon karargah merkezi yapılıyordu. ABD-Avrupa birleşik askeri gücünün deniz kuvvetlerine ise bir Türk koramiral kumanda ediyor. Oyun ilerledikçe, Gürcistan'dan geçen petrol boru hatlarının ve Azerbaycan petrol kaynaklarının korunması giderek önem kazanıyor ve Türkiye'nin bu bölgelerde aktifleşmesi karşısında Rusya ve İran'ın duyduğu rahatsızlık büyüyordu.
Garmisch Oyunu'na temel olan senaryo, aynı yılın mart ayında Cenevre'de oynanmıştı. Garmisch'deki oyuncu profilinin Cenevre'dekinden iki önemli farkı vardı: Birincisi, Garmisch'deki oyuncular arasında Avrupa'nın varlığı belli belirsiz, Cenevre'de ise oldukça belirgindi. İkincisi de, Cenevre'de daha "senior" oyunculara yer verilirken, Garmisch'de nisbeten "junior" bir grup oluşturulmuştu.
Oyun sürecinde bu gruba anketler de yapılmıştı. Bazı sorular şunlardı:
* İnsanlık açısından kritik durumlarda, bir devletin duruma müdahele etme hakkı olduğunu düşünüyor musunuz?
* Birleşmiş Milletler'in durumla ilgili bir karar almaması halinde, bölgesel örgütlerin kendi kararlarını almasını onaylar mısınız?
* Senaryodaki gibi bir durumda, Avrupa devletlerinin hareketlerine yön vermesi gereken kuruluş Avrupa Birliği midir, yoksa Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) mıdır?
* Avrupa Birliği'nin askeri kolunun 2009'a kadar kriz yönetimi ve krize anında cevap verebilme açısından yüksek bir kapasiteye ulaşmış olacağını düşünüyor musunuz?
Dezenformasyon
"Algı açma" hedefiyle değil de bir belgeyi ortaya koyup tartışma amacıyla ekim 2001'de Aktüel dergisine yazdığım yazıya o zaman derginin birkaç editörü dışında herhangi bir tepki gelmemişti. O zaman "Afganistan operasyonu" ve Türkiye'nin mutlaka taraf olması gereken "medeniyet savaşı" üzerine irili ufaklı yazarlar tarafından çeşitli yazılar yazılmakta, haberler yapılmakta ve gündemi bu yazılarla haberler oluşturmaktaydı.
ABD'nin Kafkasya, Ortadoğu ve daha da geniş bir çerçevede Asya'da girişeceği "operasyonlar"da AB ve Rusya'nın tansiyonunun ne olacağını ölçmeye, bu coğrafyada kimlerle işbirliği yapılabileceğini ve 2. Dünya Savaşı sonrası az çok normlaşmış uluslararası kuralların ne kadar ve nasıl delinebileceğini belirlemeye yönelik Garmisch Oyunu ile son iki yıldır yaşananlar arasında önemli paralellikler var. "Teröre karşı savaş" çığlıklarından enerji kaynaklarının kontrolü gibi temel bir meselenin duyulmadığı 2001 sonbahar günlerinde tartışma için "nesnel şartlar" uygun değildi belki; ama bu gün de neredeyse çok geç. En azından Türkiye açısından.
Yukarıda alıntı yaptığım Yiğit Bulut imzalı yazı şöyle başlıyor: "AB Türkiye'yi tehdit etmiş ve şöyle buyurmuş: 'Kıbrıs sorununda anlaşma sağlanamazsa Türkiye AB üyesi olmaz. Türkiye, Kıbrıs Rum kesimini tanımalıdır.' Soruyorum: 'Hangi AB? Hangi BM?'"
BM'nin artık göz ardı edilebileceğini ilan etmekte bu kadar acele eden Bulut ve onun gibi irili ufaklı yazarlar, askeri açıdan yaptıkları değerlendirmelerde bir efsane yaratmaya çalışarak ("rakipsiz ABD askeri gücü") ABD ve savaş destekçisi yaklaşımlarını dayanaklandırmaya çalışıyorlar. ABD yönetiminin gözü kara kumarına ortak olurken bu dezenformatif tutum zaten yeterince tüyler ürpertici. Ama bu yazarlar asıl, ABD'nin ekonomi, bilim ve teknoloji açısından nasıl bir konumda bulunduğundan hiç söz etmeyerek "algı açıcı" işlevlerini yerine getiriyorlar.
Norman Mailer 25 Şubat 2003 tarihli International Herald Tribune yazısında "Bush'çu zihniyette imparatorluğa giden yoldaki tek büyük engel Çin" diye yazıyor. "Bush yönetiminde Amerika'nın yokuş aşağı inişiyle ilgili en büyük korkulardan biri, Amerikan üniversitelerinin bilim, teknoloji ve mühendislik gibi kök çalışmalarda iyi gitmiyor olmasıdır.Amerikan doktoralarının sayısı azaldıkça azalıyor. Doktora alan Asyalıların sayısı ise daha büyük bir hızla artıyor. Yönetim, 20 yıl sonrasına baktığında Çin'in teknolojik açıdan Amerika'dan üstün olacağını görüyor. O zaman geldiğinde Amerika Çin'e, 'birlikte çalışabiliriz' diyebilir. Biz size Romalıların Yunanlılara davrandığı gibi davranacağız. Sizler bizim olağandışı, iyi eğitimli kölelerimiz olacaksınız. Ama bize egemen olmaya çalışmayın. Bu felaketiniz olur."
Afganistan'da başlatılan "teröre karşı savaş"ın yerini açıkça "enerji kaynakları için savaş"ın aldığı, bunun medyadaki yazı ve yorumlarda hiç garipsenmeden, zevkle meşrulaştırılarak tartışıldığı 2003 başı itibarıyla, ABD'nin Asya enerji kaynaklarının denetimini ele geçirmek zorunda olduğu da artık kabul ediliyor. Ama bu nedense, bir "varolma savaşı" olarak, ekonomik açıdan hiç de rahat olmayan bir ülkeye özgü bir "saldırganlaşma" olarak değerlendirilmiyor. Üstelik Clinton döneminden kalma "Garmisch Oyunu" ve "Asya Enerji Geleceği" gibi raporların gösterdiği gibi, uzun süredir işaretleri gelmekte olan bir saldırganlaşma..
Bunun yerine, söz konusu dünya politikası, "süper gücün normal davranış biçimi" olarak algılanmaya ve algılatılmaya çalışılıyor. Türkiye'nin de paylaşması gereken bir normal davranış biçimi.. ABD'deki enerji sorununun 2000 yılından itibaren başta Kaliforniya olmak üzere birçok bölgede sistemli ve sürekli elektrik kesintileri yaşatacak boyutlara geldiği, ABD'nin dış ticaret açığının giderek büyümekte olduğu, bu ülkenin -ekonomistler için önemli bir parametre sayılan- gayri safi milli hasıla / ihracat oranında AB ülkelerinin ve Japonya'nın çok gerisinde kaldığı hiç gündeme getirilmiyor. Bütün bunlarla birlikte, ABD'nin dünya üzerindeki "mutlak askeri güç" değilken, askeri gücüyle uluslararası finans kuruluşlarındaki kontrolüne dayanarak sonu belirsiz bir maceraya atıldığı.. Bir kumar oynadığı.. Ve bu kumarda Türkiye'yi "işortağı" yapmaya çalıştığı.. Meselenin sadece savaş ve sadece Irak meselesi olmadığı.. Hatta Irak meselesinin büyük tabloda çok da önemli olmadığı.. Birleşmiş Milletler'in meşruiyetinin yok edilmesinin göze alınmış olduğu..
Bunlar bir arada ve "algı açıcı" olmaya çalışılmadan, angaje yaklaşımlardan uzak, belgelere ve verilere dayanılarak tartışılmıyor.
Değişen şartlara direnen devlet
Ve aslında günümüz bağlamında savaş kavramının karşıtının "barış" değil "üretim ve ticaret", "ekonomik işbirliği" olabileceği hiç telaffuz edilmiyor. Bulut'un yazısında aşağılayıcı bir tonda söz ettiği AB'nin sadece iki üyesine, üstelik iki "asi" üye Almanya ve Fransa'ya 2001 ve 2002 yıllarında Türkiye'nin ihracatı, DİE verilerine göre , ihracatımızın üçte birini oluşturuyor. AB'nin tamamına yaptığımız ihracat ise toplam ihracatımızın yarısından fazlasını oluşturuyor. 2001'de 31 milyar doların 16 milyar doları, 2002'de ise 35 milyar doların 18 milyar doları. Üçüncü bir "asi" Rusya'ya ise 2002'de bir önceki yıla göre yüzde 25 artışla 1.16 milyar dolar ihracat yapmışız. Rusya, enerji tüketimimizde muazzam payı bulunan ve payı giderek artan doğal gazı aldığımız ülke. Türk şirketlerinin ise Rusya'da başta inşaat sektörü olmak üzere önemli yeri var. Bu büyük pazarda en çok satılan ikinci bira bir Türk şirketi tarafından üretilip pazarlanıyor. AB üyesi ülkeler ve Rusya'nın turizm sektörü açısından nasıl bir öneme sahip olduğu da gayet açık.
Türkiye'nin göz koyulacak stratejik bir hammadde kaynağını topraklarında barındırdığı için değil, sadece böyle bir kaynağa göz koymuş bir süper gücün stratejik işortağı olduğu için hedef konumuna gelebileceği, güvenliğinin tehlikeye girebileceği bir ortamda, "tezkerenin meclisten dönmesi"nin nasıl bir ekonomik kayba yol açabileceği tartışılıyor. Bu tartışmada, spekülasyon yapacak bir miktar doları olan "normal vatandaş"ın "tezkereci" kesildiği, "üreim ve ticaret"e karşı "savaş"a yandaş olduğu sokakta gözlemlenebiliyor.
Üretim araçlarının ve üreticilerin ancak sınırlı ve değişmeyen miktarlarda üretim gerçekleştirebildiği günlerde bu üretimin toplanıp paylaştırılması rolünü üstlenmiş devletin ve onun en önemli kurumu olan ordunun aslî ekonomik güç olduğu yüz yıllardan sonra Türkiye'nin değişen şartlara hâlâ direndiğini görüyoruz. Bunu yaparken, ekonomik gücünü giderek kaybeden bir ülkenin militarist yönetimiyle kader ortaklığı yapmaya hazırlandığını görüyoruz.
Sekiz yaşındaki oğluma söyleyemiyorum, ama ondan özür diliyorum. Onun için yapmam gerekeni yapamadım. Bundan sonra yapabileceğim sadece yaşamaya ve onu yaşatmaya çalışmak. Ve beni onunla birlikte bu duruma düşürecek olan "Irak meselesi" değil, Türkiye yönetiminin seçmek üzere olduğu çok daha uzun bir yol. (ŞA/EK)