Barış ve Demokrasi Partisi'nin ülkenin Doğusunda fiilen çok dilli olan hayatın "resmen" de çok dilli olarak sürdürüleceğine yönelik açıklamaları üzerine genelkurmay, resmi dilin Türkçe olduğunu anımsatarak, anayasayı korumak için taraf ve müdahil olacaklarına dair bir bildiri koydu sitesine...
Bunun üzerine bir grup aydının çağrıcığıyla Milliyetçiliğe ve Irkçılığa Dur De Girişimi bir metin yayınladı. Çağrıcılar, Genelkurmay hakkında suç duyurusunda bulunmak üzere Ankara'ya gitti, bir imza kampanyası başlatıldı.
Yayınlanan imza metninde, "Bu tarihini şaşırmış (anakronik) askerî müdahale, TBMM'nin yetkilerini gasp için talihsiz bir çaba, umutsuz bir meydan okuma girişiminden ibarettir. Türkiye 28 Şubat ve 27 Nisan gibi askerî disiplinsizlikleri ve suçları çoktan tarihe gömmüştür. Dahası, demirbaşında silah bulunan kimi devlet memurları tarafından tehdit edici bir üslupla yayınlanan ve son paragrafında böyle yapmaya devam da edeceğini ilan eden bu müdahale, Askerî Ceza Kanunu Md. 148/C ve E'ye göre 1 aydan 5 yıla kadar hapis gerektiren bir suçtur. Bu suçun duyurusu Cumhuriyet Savcılığı'na yapılmış bulunmaktadır. Siyaset, dil veya edebiyatla uğraşmak Genelkurmay'ın üzerine vazife değildir. Bu devlet kurumunun tek vazifesi, Hükümet ve TBMM'nin [Türkiye Büyük Millet Meclisi] talimatları doğrultusunda ülkemizi yurt dışına karşı savunmaktan ibarettir" denilmekte.
Türkiye'deki darbelerle dolu seksen yıllık geleneği düşünüldüğünde Genelkurmay'a, "sen kendi işine bak" yolunda bir uyarıda bulunmak, "bu yaptığın suçtur" demek; ilk bakışta göze-kulağa hoş geliyor.
Ne var ki, Genelkurmay'ın anayasanın ülkenin bölünmez bütünlüğü, dili vs ile ilgili değiştirilemez maddelerini anımsatarak yaptığı uyarından önce, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) çeşitli ağızlarından ve devletin cumhurbaşkanının temsil ettiği en yüksek katından da aynı maddeler anımsatılmış ve meclis başkanı yapılanın suç olduğunu ilan etmişti. Hatta ülkenin en önemli sivil kurumunun başkanı, bunun kapatılma nedeni olduğunu söyleyerek, geleneğe uygun tarzda ihbarda bulundu.
"Sivil" yönetimin anayasanın değiştirilemez maddelerini anımsatarak suç işleniyor şeklinde feveran etmesinin ardından, asker de biraz altta kalmamak, hükümete destek vermek "ölmedim, hâlâ ayaktayım" demiş olmak için bir açıklama yaptı. Bu açıklama ne hükümetten bağımsız, ne hükümete rağmen yapılmıştı.
Dahası, anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddelerini işaret etme konusunda hükümet ve ordu aynı dili kullanıyor ve aynı düzlemden konuşuyordu. Milliyetçi Hareket Partisi'ni (MHP) hiç saymıyorum.
Elbette sivillerin ve seçilmişlerin anayasa ile ilgili konuşmasıyla, arkasındaki bütün o darbe geleneğiyle Genelkurmay'ın konuşması arasında çok temel bir fark var. Hükümetin, seçilmişlerin ne söylerlerse söylesinler konuşmaları meşru kılan temsili demokrasi düzlemi, ordununkini gayri meşru kılıyor. Burada bir beis yok.
Ancak bu durum, Kürtlerin anadillerini her alanda kullanabilmesi konusunda hükümet ve ordunun söylem ve işbirliği içinde had bildirmesine, mesele yalnızca buymuş gibi, tarihe karışmış bir "darbecilik olgusu" üzerinden itiraz etmenin yanlışlığını ortadan kaldırmıyor. Mitsel bir darbecilik söylemi etrafında şekillenen, yanlış yere odaklanmış eylemler, sol muhalif bir çıkıştan ziyade, AKP'nin politik stratejisinin bir parçası olmaya mahkûm.
Görünen o ki, darbelere gerekçe olan, doksanların ikinci yarısına kadar seçilmişlere emanet edilemeyen, o değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerle korunan bölünmez, tırnak içinde laik, resmi dili Türkçe, dini Sünni İslam, milliyeti Türk" TC devletine kimse itiraz etmiyor. Bunun yerine "tarihini şaşırmış" bir darbe karşıtlığı üzerinden "heyhey"leniyoruz.
Üstelik metinde askeri darbelerin tarihe gömüldüğünü ifade etmek için kullanıldığı anlaşılan "tarihi şaşırmış" ifadesi, askeri darbelerin bazı tarihlerde doğal olabileceği vurgusunu barındırıyor. Yani tarihini şaşırmamış askeri darbeler de var. Herhalde cumhuriyetin kuruluşundan beri yapılan üç darbe ve 28 Şubat kastediliyor.
Tarihle kurulan bu bağlantının kendisi de sorunlu. Askeri darbeler dahil, anti-demokratik her olguyu gelişmişlikle ilgili gören modernist- ilerlemeci (aslında Kemalist) bir anlayışın ve tarih algısının ürünü bu metin. Yani askeri darbeleri ve anti demokratik olguları, doğrusal zamanlı bir gelişmişlik-demokrasi düzeyi ile ilişkilendiriyor.
Her ne kadar bir dilekçeden söz ediyorsak da, kampanyanın da çıkış noktasını oluşturan Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De'nin metnindeki, "ülkemizi yurtdışına karşı savunmak" türündeki ifadelerin (ülkemiz-yurt-yurt dışı) milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı kurulmuş bir oluşumun söylemindeki yersizliğine hiç değinmiyorum. Mega küreselleşme çağında, içinde bulunduğumuz coğrafyada, NATO üyesi, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile yakın işbirliği içinde Afganistan ve Irak işgalcisi konumundaki bir ülkede, kendi halkına düşman gördüklerine yapacağının milyon katını reva görmüş bir kuruma seslenirken seçilen sözcüklerin naifliğini de...
Öte yandan, askeri darbelerin bu biçimde mitleştirilmesi, ülkedeki ve dünyadaki egemenlik yapılarından koparılması, zamanın, tarihin dışında bir olgu ya da yalnızca Türkiye'ye özgü tuhaf, tarih öncesi bir kusur algılanması hem demokrasi mücadelesi, hem de 12 Eylül'le hesaplaşmak açısından da engel teşkil etmekte.
12 Eylül askeri darbesi, ABD ve CIA güdümünde bir sermaye hareketiydi. Yapılış nedeni, darbeci diye birilerinin "hadi biraz darbecilik yapalım" demesi değil, yerli sermayenin küresel sermayeyle entegrasyonu sağlamak üzere ülkedeki toplumsal muhalefeti sindirmekti.
Referandum öncesinde AKP'nin dalga geçer gibi seçim stratejisini üstüne oturttuğu ve bir kısım sol-liberal-aydın çevreyi de dahil edebildiği bu yanılsama, sola ve esasen Kürt hareketine karşı bir silah olarak kullanıldı. Darbelerle ve askeri vesayetle hesaplaşmayı el çabukluğuyla kendisine mal eden AKP, bu mitleştirilmiş darbecilik karşıtlığından oy sağladı.
AKP'nin oy beklediği bu kesimler değildi elbette. Çünkü sayılarının bir avuç olduğunu, tabandan bir örgütlenme gayret ya da hedeflerinin olmadığını, güçlerinin esasen ünlülerin yer aldığı basında görünür olmayı hedefleyen eylemlere, bazı medyatik aydın ve köşe yazarlarına dayalı olduğunu biliyordu. Referandum öncesinde bu kesime bütün medya kanallarını açtı. Ve Kürtlerin yok sayıldığı bir 12 Eylül anayasasını bir ölçüde de bu kesimler eliyle meşrulaştırdı.
Geçerken değinecek olursak, zaten büyük ölçüde AKP'nin hegemonyasında olan basında boykot ve hayır diyen kesime karşı acımasız bir kampanya yürütüldü. Medyada kendilerini ifade etme araçlarından yoksun bırakılmış, eylemlerde bol bol polis şiddetine maruz kalan bazı sol gruplarda liberal-sol aydınlara yönelik tepkinin nedeni biraz da bu dışlanma psikolojisiydi. Bu yapılan saldırıları onayladığım ya da yalnız bu nedenlere dayandırdığım anlamına gelmiyor.
Tam tersi. Ancak, şiddet yalnızca yumurta atmakla olmuyor. Hayır diyen sol kesime, Kürt hareketine ve boykot çağrısı yapanlara yönelik sözlü şiddetin ne ölçüde yaralayıcı olduğu da unutulmamalı.
Birileri asker, polis ve hükümet tarafından her türlü şiddete maruz kalırken, seslerini duyuracak kanallardan yoksunken, diğerlerinin bu kanalları pervasızca ve saldırganca kullanması hiç kimsenin hoşuna gitmeyen tepkilere yol açabiliyor.
Ancak sol-liberal-aydın diyebileceğimiz bu kesimin temel bir odaklanma hatası üzerinden geliştirdiği ve mitsel bir darbecilik olgusunu merkeze koyduğu söylem, yalnızca AKP'ye bedavadan darbe karşıtı bir konum hediye etmekle kalmadı, ordunun işlediği ve AKP'nin de üstünü örtemeye çalıştığı suçları görünmez kılmaya da yaradı.
Ne 12 Eylül'le ne 12 Eylül'den sonra işlenen insanlık suçlarıyla hesaplaşmak niyetinde olmayan, tam aksine toplumsal muhalefetin sindirilmesinden ve şaşkınlığından medet uman AKP'yi fevkaladenin fevkinde memnun eden bir durum.
90'lardan itibaren ordu, ülkenin sivil yönetimlerinin imzalı mühürlü emirleriyle, onların bilgisi ve onayıyla korkunç insanlık suçları işledi. Binlerce köy boşaltıldı, on binlerce insan öldürüldü. Kürt kadınlara sistemli bir biçimde tecavüz edildi. Binlerce hayvan diri diri yakıldı. On binlerce ağaç yakıldı, göçlerle bütün toplumsal doku değişti.
Bunları devlet içindeki karanlık mihraklar, ordunun karanlık örgütleri falan yapmadı. Bunu bu ülkenin yöneticilerinin bilgisi dahilinde bu ülkenin ordusu emir ve komuta zinciri içinde gerçekleştirdi. Hükümetler Kürt sorununun çözümünü, hukuku, anayasayı, insanlığı falan bir tarafa bırakarak askeri güçlerin inisiyatifine teslim etti.
İşte yalnızca "balyoz, kafes" vb operasyonlarıyla gündeme gelen Ergenekon davası tam da yukarıda özetlediğim durumu örtbas etme operasyonuna dönüştü. Kanla edinilmiş servetlerin, belki yıllarca iyileştiremeyeceğimiz yaraların, bedelini yalnız Doğu'da değil Batı'da da yoksullukla, ülkenin yağmasıyla, zulümle, baskıyla ödediğimiz savaşın hesabını soran yok.
Ergenekon diye bir şey yok mu? Bence var? Yargılanmasın mı? Yargılansın? Bu davada bugün yargılanan herkes suçlu mu? Bilmiyorum. Masum mu, valla sanmıyorum; ama bilmiyorum da. Çünkü bunu bilme hakkım elimden alındı.
Bütün hukuk kuralları çiğnenerek oluşturulan dava dosyaları kamuoyunda yaratılan müthiş bilgi kirliliği, Ergenekon davasını bir karikatüre dönüştürdü. Oysa bu işleri yapanlar elbette yargılanmalı.
Adil bir yargıyla askerlerin, rektörlerin, şu veya bu alandaki duayenlerin, gazetecilerin, yazarların, sanatçıların da dahil olduğu söylenen bütün çeteler açığa çıkarılmalı; ne gazetecilikle, ne generallikle, ne başbakanlıkla, ne subaylıkla, ne polislikle edinilemeyecek servetler araştırılmalı. Kendisine solcuyum, aydınım, liberalim diyen herkesin talebi, işi, görevi olmalı bu.
Ama yapılan bu değil, tam tersine, AKP'nin ideologlarının zihinlerinden türemiş ve yalnızca onların işine yarayan mitleştirilmiş bir darbecilik söylemi ile Ergenekon davası karartılıyor. Uydurma dava dosyalarıyla aslında suçlular aklanıyor. Kendilerinin suçsuz ilan etmeleri için ellerine her fırsat veriliyor ...
28 Şubat'ı yapanlarla, koltuğunun altında yolsuzluk dosyaları ile Dolmabahçe sarayına kapanan "darbe karşıtı" başbakan, ölümüne kadar saklayacağı sırlarla oradan ayrılmakla kalmıyor, bunu övünülecek bir şeymiş gibi "dayılanarak" halka açıklıyor. Otuz yıllık zulmün sorumlularına yalnızca zırhlı araç hediye etmekle kalmıyor, ağzını sıkı tutacağını da taahhüt ediyor.
Hal böyleyken, 12 Eylül'deki referandumda, tarihe geçecek bir safdillik sergilendi. Bizzat AKP'nin ve onun zihinsel ufkunda yer alanların yarattığı bir siyasi stratejinin parçası olarak tarihi bir yalan onaylandı, askeri vesayetle hesaplaşma, darbecileri yargılama, Kürt halkını yalnızca yok saymayan, halkın katledilmesini onaylayan ve karar mekanizmalarında etkili sivil bir güç olarak yer alan AKP'ye hediye edildi.
Oysa, küreselleşme, dünyaya paralel olarak Türkiye'nin geçirdiği devasa toplumsal-siyasal-ekonomik dönüşümün de eşlik ettiği bir süreçte kendini ülkenin sahibi olan gören, seçilmişlere güvenmeyen ve kendinde ülke yönetimine müdahale hakkı gören bürokratik-askeri elit, çok uzun bir süredir ülke yönetimindeki siyasal ağırlığını ve gücünü yitirdi.
Bu süreçte AKP kadroları etkin bir siyasal güç olarak ortada yoktu. Hatta böyle bir hayalleri, niyetleri ve tasavvurları da yoktu. Askeri vesayetin nedeni olan o anayasaya hala tutarlı bir itirazları yok. Tam tersine siyasi muarızlarını anayasanın değiştirilmez ve değiştirilmesi teklif edilmez maddelerini işaret ederek, ihbar ediyorlar.
Siyasi partilerin kapatılma gerekçesi tam da buyken, AKP, bu maddeleri rakiplerini meclis dışında tutmak için muhafaza edip, anayasa mahkemesini kendilerini güvenceye alacak biçimde yeniden tasarlamayı tercih ediyor.
28 Şubat'ta ordu, kalan son kalan dişlerini gösterdiyse de, Refah Partisi'ni mahkemeye ve kapanmaya götüren anayasanın değişmez ve değişmesi teklif edilemez ilk üç maddesi. Bugün fikir ve ifade özgürlüğünün önündeki engeller büyük ölçüde bu maddelerden kaynaklanıyor.
İnsanlar bu maddeler nedeniyle onlarca yıl hapis yattı. Terörle mücadele yasası buradan nemalanıyor, siyasi partiler bu yüzden kapatılıyor. Ordu yıllarca seçilmişlere ve topluma karşı bu üç maddeyi korudu, darbeler böyle gelenekleşti.
Ordu ülke yönetimindeki merkezi gücünü ve ağırlığını buradan aldı. Şimdi Kürt halkının mücadelesiyle bu anayasanın kuruluş esasları ve temel devlet politikaları bütün ülkeyi demokratikleştirecek şekilde yeniden tartışma konusu oluyor.
Üstelik darbecilik söyleminden kaynaklanan böyle bir politik hatta zemin oluşturabilecek olgu yani ordunun ülke yönetimindeki özerk statüsü, geriye dayandıkları gücü büyük ölçüde kaybetmiş bazı kurumlar bırakarak tarihe karıştı. Bu kurumların kaldırılması konusunda ise aslında hükümetin iddia ettiğinin tam tersine bir toplumsal mutabakat söz konusu...
Allah aşkına bugün darbe olmasını isteyen kim var? Bu ülkede ordunun gelip yönetime el koymasını bir avuç "zır Kemalist" dışında kim istiyor. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) mi, ulusalcılar mı? Müslümanlar mı, solcular mı, MHP'liler mi? Ordu mu?
Ordu, yıllardır ülkeyi soyarak elde ettikleri ekonomik ayrıcalıkları korumanın derdine düşmüş vaziyette. Yarın öbür gün Kürt halkına yapılanlar yargılanma aşamasına gelince, "biz yapmadık görmedik, bilmiyoruz, askerler yaptı" diyecek olan, "sivil"lere karşı tezler geliştirmekle meşguller.
Elbette güçler savaşı alttan alta sürüyor. Ve hükümet, "Yetişin dostlar! Kürtler, Anayasanın değiştirilmesi teklif edilemez maddelerine teklifte bulunuyor" diye feryat edince, ordu ondan aşağı kalmayacak elbet.
Birikim dergisinde 93'de yayınlanan bir yazısında Ömer Laçiner, 1994 ilkbaharını tarihsel bir dönemeç olarak nitelendirmişti; TC devletinin üstünde şekillendiği temel devlet politikalarının kaçınılmaz olarak değişeceği ve adı kalsa da tarihe karışacağı bir eşik.
Laçiner, bütün dolaylı ve dolaysız etkilenmeleri ile Atatürkçülük faktörünün yerini tutmasa da, Kürt sorununun 94 ilkbaharında yapılacak bilançosunun, yeni dönemin ilk çizgilerini belirleyecek en önemli faktör olduğunu ileri sürüyordu. Yazıda Atatürkçü dönemin başlangıcında da bitişinde de Kürt isyanlarının oluşuna anlamlı bir olgu olarak dikkat çekmişti.
Özetleyecek olursam, asimile edilemeyecekleri ortaya çıkan Kürt halkının, Türkiye'de hangi konum ve statüde yaşayacağı konusundaki "tabunun" konuşulur hale gelmesi için beklenen tarih 1994 ilkbaharıydı. 12 Eylül'de Atatürk milliyetçiliğinin Türkiye'de ortak bir milli kimlik yaratma amacının bir yana bırakıp, bir kimlikler hiyerarşisinin, bir sahipler ve ikamet edenler ilişkisinin kurulmasına yönelişinin en açık işaretleri dağa taşa yazılan "Türkiye Türklerindir" yazıları ve sonrasında Diyarbakır cezaevinin de somutlaşan o akıl almaz yok etme ve ezme girişimiydi.
Laçiner'e göre, ordunun bütün gücünü kullanarak yaptığı kış harekâtının ardından Türkiye siyasi yelpazesini oluşturan güçler, tabloya ilk kez, ordunun ve bürokratik elitin gücünü ve ağırlığını borçlu olduğu Atatürk milliyetçiliğinin mantığıyla değil, Türk milliyetçiliğinin bir biçimde yer aldığı yaklaşımlar içinden bakıp, Kürt realitesinin yeri ve statüsü hakkında fikir ve tavır beyan edebilecekti.
PKK'nin de benzer şekilde değerlendirdiği bu süreç, özellikle birkaç yıl akıl almaz zulümlere sahne oldu. AKP'nin oy hesaplarına kurban ettiği ve aslında AKP değil, Kürt hareketi tarafından başlatılan açılımının hızla iflasından sonra, Kürt bölgelerinde yeniden operasyonlar, yangınlar ve baskılar başladığında bölgedekilerin, büyük bir umutsuzluk la ve dehşetle bu dönemi 94'e benzetmeleri boşuna değildi.
Batı'nın da tam desteğinin alındığı, hükümetlerin sorunu tam olarak ordunun inisiyatifine koşulsuzca teslim ettiği dönemin korkunç hikâyeleri, internette, vicdanlardan "yalnızca bir tık" mesafesinde duruyor.
Atatürk milliyetçiliğinin toplum-ulus-devlet tasavvurunu, topluma ve ulusa karşı savunmak misyonunu üstlenen ordu ve bürokratik elit, siyasal ağırlığını ve özerk gücünü, Kürtlerin asimilasyonunu öngören bir ulus ve ulus devlet hedefinin meşruiyetine dayandırmıştı.
12 Eylül'ün özel bir eşik teşkil ettiği bir süreçte TC devleti ve ordusu, Kürtlerin üstüne "ya bitiririz ya bitiririz " kararlılığıyla giderek o meşruiyetini, ağırlığını ve gücünü terk etti. Kürt halkının belleğinde silinmeyecek izler bırakan bu dönem ve kış harekâtı, Laçiner'e göre, bu terk edişin hacmine denk düşen bir uğurlama idi... 1994 ilkbaharında operasyonun sonucu nasıl olursa olsun Atatürk milliyetçiliği gibi ondan kaynaklanan ordunun siyasal ağırlığı da "tarihin malı" olacaktı.
Kürt özgürlük hareketi buradan yok olmamayı başararak tam tersine politik hedeflerini sağlayarak ve yaygınlaştırarak çıktı. Bugün ülkede ordu ülke yönetiminde merkezi ağırlığını kaybettiyse, bugün tabu addedilen anayasa maddeleri tartışılabiliyorsa, hatta bunlar fiilen hayata geçirildiyse, bu gün başka halkların anadillerinde eğitiminden, çok dillilikten, çok kültürlülükten, demokratik özerklikten söz edilebiliyorsak, bunda bu mücadelenin payı büyük.
Bugün barış için adım atılabilecekse, Kürt halkı iradesini AKP'ye teslim ettiği için değil, tam tersine bu iradeyi boykotla bağımsız olarak ortaya koyabildiği için bu olabilecek.
Kuşkusuz hem dünya hem Türkiye ölçeğinde ekonomik sosyal siyasal dönüşümlerin etkisiyle fakat en önemlisi Kürt halkının, büyük bedeller ödeyerek verdiği ve vermekte olduğu mücadelesiyle... Kürt özgürlük hareketinin, hareketin bütün bileşenlerinin artık miadının dolmasını herkesten çok istediği o mücadele ile kazandığı şey, bir takım haklar değil... Bütün hakların temelinde yatan şey...
Öyle ki, buna sahip olmayanlar, haklar önlerine konulsa da kullanamaz. O olmadı mı, haklar sadakaya dönüşür. Kürt hareketinin mücadeleyle kazandığı şey, 12 Eylül'de Türkiye toplumundan zorla söküp alındı. Bu yüzden Batı'da muhalif hareket hâlâ 12 Eylül'ün anlam ufkunda seyrediyor.
Bu yüzden Türkiye'nin Batısı ve Doğusu arasında demokratik mücadele anlayışı ve politik hedefler arasında büyük bir düzey ve algı farklılığı söz konusu. Sol muhalif kesim, Kürt özgürlük hareketinin siyasi hedef ve yönelimlerini algılayamamakla kalmıyor, demokrasi mücadelesinde ortak hedefler ve etkili bir dayanışma da ortaya koyamıyor.
Aydınların genelkurmay bildirisine itirazı yukarıda özetlediğim koşullarda yayınlandı. Son ve hayati bir soru soracak olursam, sol muhalif kesime ve aydınlara yakışan "tarihini şaşırmış" mitsel bir darbe karşıtı "heyheylenme" midir, yoksa, bu kurumun, sivil yönetimler ve iktidarlarla el ele işlediği, işlemekte olduğu insanlık ve demokrasi suçlarına karşı demokratik anayasa etrafında sağlam bir cephe ve gerçekten muhalif bir söylem oluşturmak mı? (AD/BA/EÜ)