“Ütopya ufukta bir yerdedir.
İki adım yaklaştığımda, o iki adım uzaklaşır.
On adım yürürüm, o da on adım geri gider.
Ne kadar ilerlersem ilerleyeyim, asla ona ulaşamam.
Peki o zaman ütopyanın anlamı nedir?
İşte tam da bu: Yürümeye devam etmemizi sağlaması.”
(Eduardo Galeoano,“Yürüyen Kelimeler”)
Günümüz gençliği için toplumsal ve ekonomik krizler, yalnızca geçim sıkıntısı, işsizlik ya da güvencesiz çalışma koşullarıyla sınırlı değildir. Asıl belirleyici olan, bu maddi belirsizliklerin gençlerin yaşamlarını anlamlandırma, gelecek tasavvuru kurma ve kendilerini dünyaya ait hissetme kapasitesini aşındırmasıdır. Plan yapmanın, yön belirlemenin ve “yarın” fikrini düşünmenin giderek zorlaşması, gençliği yalnızca ekonomik değil, varoluşsal bir boşluğun içine sürüklemektedir.
Hannah Arendt’in işaret ettiği gibi, bireyin ortak bir dünyayla kurduğu bağ zayıfladığında ortaya çıkan şey yalnızca yoksunluk değil, aynı zamanda bir anlam kaybıdır. Dünya ile kurulan ilişkinin çözülmesi, bireyin kendisini eyleyen, söz alan ve yön belirleyen bir özne olarak konumlandırmasını da zorlaştırır. Bugün gençliğin deneyimlediği kriz tam da bu noktada yoğunlaşmaktadır. Ekonomik belirsizlikler, yalnızca yaşam koşullarını değil, yaşamın neye göre ve ne için sürdürüleceğini de belirsizleştirmektedir.
Bu nedenle gençliğin yaşadığı durum, basitçe “gelecek kaygısı” olarak adlandırılabilecek psikolojik bir sorun olmaktan çıkar; kimlik, değerler ve yaşam amacı üzerine yönelen daha derin bir bilinç durumuna dönüşür. Bu alan, artık kaçınılmaz biçimde bir mücadele zeminidir; ya bu varoluşsal belirsizlik, onu üreten toplumsal ve ekonomik ilişkilerle birlikte kavranacak ya da birey, bu belirsizliğin savurucu/bozucu etkilerine maruz kalarak onun sonuçlarıyla yüzleşmek durumunda olacaktır.
Ekonomik belirsizlik ve psikolojik tepkiler
Küresel neoliberal ekonomik düzen; iş güvencesizliği, düşük ücretli istihdam ve genç işsizliğinin kalıcılaşması gibi dinamiklerle gençliği sürekli bir belirsizlik hâline mahkûm etmektedir. Bu belirsizlik, yalnızca gelir düzeyine ilişkin bir sorun değil; bireyin kendisini geleceğe yerleştirme, süreklilik duygusu kurma ve yaşamını anlamlı bir bütün olarak tasarlama kapasitesini doğrudan etkileyen bir durumdur.
Psikoloji ve sosyal bilimler alanındaki araştırmalar, genç işsizliğinin ve güvencesiz çalışmanın birey üzerinde ciddi bir psikolojik yük yarattığını ortaya koymaktadır. Süreklilik duygusunun zayıflaması, bireyin “gelecek planı” fikrini sorgulamasına yol açar; bu durum kaygı, umutsuzluk ve yabancılaşma gibi duyguların yaygınlaşmasını beraberinde getirir. Ekonomik belirsizlik, bu anlamda bireyin yalnızca dış koşullarını değil, öznel dünyasını da dönüştüren bir baskı alanı hâline gelir.
Richard Sennett, bu süreci “karakter aşınması” kavramı üzerinden açıklar. Sennett’e göre esnek, geçici ve güvencesiz çalışma biçimleri, bireyin yaşamını tutarlı bir anlatı içinde kurmasını zorlaştırır; geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki bağ zayıfladıkça, bireyin kendisini eyleyen bir özne olarak konumlandırma kapasitesi de aşınır. Bu durum, gençler açısından öz-yeterlik algısının azalması, motivasyon kaybı ve kalıcı bir belirsizlik hissiyle kendini gösterir.
Psikoloji literatüründe bu süreç, kaygı bozuklukları, uyku düzeninde bozulmalar ve motivasyon eksikliği gibi belirtilerle tanımlanır. Ancak bu belirtiler, bireysel bir uyum sorunu ya da kişisel yetersizlik olarak değil; ekonomik güvencesizlikle şekillenen yapısal bir durumun psikolojik yansımaları olarak ele alınmalıdır. Gençliğin yaşadığı bu psikolojik süreçler, bireyin kendi potansiyelini gerçekleştirme kapasitesini sınırladığı ölçüde, daha derin bir varoluşsal sorgulamanın da zeminini hazırlar.
Varoluşsal boşluk ve anlam arayışı
Ekonomik ve toplumsal belirsizliklerin yarattığı etki, yalnızca bireyin ruh hâlinde ya da psikolojik dayanıklılığında ortaya çıkmaz; daha derin bir düzlemde, bireyin dünyayla kurduğu anlam ilişkisinin çözülmesine işaret eder. Gençlik açısından bu durum, yalnızca “zor bir dönem” değil, yaşamın neye göre kurulacağına dair temel referansların belirsizleşmesi anlamına gelir.
Bu türden bir boşluk, akla yabancılaşma kavramını getirir. Yabancılaşma, bireyin toplumsal ve ekonomik süreçlere uyum sağlayamamasından çok, bu süreçler içinde kendi varlığını anlamlı bir yere yerleştirememesi durumudur. Genç birey, kendisini ne geçmişle bağ kurabilen ne de geleceğe yönelmiş bir özne olarak konumlandırabildiğinde, varoluş deyim yerindeyse askıda kalır.
Albert Camus, bu durumu bireyin dünyayla yaşadığı bir uyumsuzluk olarak değil, tarihsel ve etik bir kırılma olarak düşünür. Camus için mesele, anlamın bütünüyle yokluğu değil; bireyin bu koşullar altında nasıl bir tutum alacağıdır. Anlamın hazır verilmediği bir dünyada, bireyin “hayır” diyebilme kapasitesi, aynı zamanda kendi varoluşunu kurma imkânını da içerir. Bu yönüyle anlam arayışı, içsel bir sorgulamadan çok, dünyaya karşı geliştirilen bir duruşla ilişkilidir.
Gençliğin yaşadığı varoluşsal boşluk, bu nedenle bireysel bir kriz olarak değil; tarihsel, toplumsal ve siyasal koşulların ürettiği bir bilinç durumu olarak ele alınmalıdır. Bu boşluk, kimi zaman geri çekilme ve edilgenlikle, kimi zaman ise değerleri, yönelimleri ve yaşam biçimlerini yeniden sorgulama ihtiyacıyla kendini gösterir. Tam da bu noktada, varoluşsal boşluk yalnızca bir yoksunluk değil; eleştirel bir farkındalık eşiği olarak da okunabilir.
Sosyal medya, kimlik ve psikolojik etki
Sosyal medya, günümüz gençliği için yalnızca bir iletişim ve paylaşım alanı değil; kimliğin kurulduğu, değerlendirildiği ve sürekli yeniden düzenlendiği bir toplumsal mekân hâline gelmiştir. Bu alan, görünürde özgürlük, ifade imkânı ve bağlantı sunarken; arka planda bireyin neyi göreceğini, neyin görünür olacağını ve hangi davranışların ödüllendirileceğini belirleyen algoritmik bir düzen tarafından yönetilmektedir.
Bu bağlamda sosyal medya, yalnızca kullanıcıların etkileşimde bulunduğu bir platform değil; davranışları yönlendiren ve sınırlandıran bir “algoritmik gardiyan” işlevi görür. Bu gardiyan, doğrudan yasaklar koymaz ya da buyurmaz; aksine görünürlük, beğeni ve etkileşim üzerinden bireyin neyi değerli, neyi önemsiz olarak algılaması gerektiğini sessizce öğretir. Böylece birey, farkında olmadan, algoritmanın ödüllendirdiği kimlik biçimlerine uyum sağlamaya yönelir.
Bu düzen içinde kimlik, içsel bir oluşumdan çok, sürekli sergilenen ve karşılaştırılan bir performansa dönüşür. Sosyal medyada maruz kalınan “ideal” yaşam imgeleri, başarı anlatıları ve estetik normlar, bireyin kendi deneyimini yetersiz ve eksik olarak değerlendirmesine zemin hazırlar. Sürekli karşılaştırma hâli, bireyin kendisiyle kurduğu ilişkiyi dönüştürür; kişi artık kim olduğunu değil, nasıl göründüğünü ve nasıl algılandığını merkeze alır.
Bu noktada mesele yalnızca psikolojik bir kırılganlık değil; bireyin dünyayla ve kendisiyle kurduğu anlam ilişkisinin dışsal ölçütler tarafından belirlenmesidir. “Algoritmik gardiyan”, gençliği belirli bir görünürlük ve başarı rejimine hapsederken, bireyin kendi değerlerini, ritmini ve yönünü kurma kapasitesini daraltır. Bu durum, gençliğin yaşadığı varoluşsal boşluğu derinleştiren önemli bir toplumsal mekanizma olarak karşımıza çıkar.
Varoluşsal boşluk ve nihilizm
Ekonomik güvencesizlik, toplumsal belirsizlik ve gündelik hayatın algoritmik olarak düzenlenmesi, yalnızca bireyin yaşam koşullarını değil; değerlerle kurduğu ilişkiyi de aşındırır. Geleceğin sürekli ertelendiği, emek ile karşılık arasındaki bağın koptuğu ve görünürlüğün temel ölçüt hâline geldiği bir dünyada, bireyin “neyin anlamlı olduğu”na dair referans noktaları giderek silikleşir. Bu silikleşme, zamanla daha derin bir bilinç hâline dönüşür.
Nihilizm burada, felsefi bir tercih ya da bilinçli bir reddiye olarak değil; değer üretme kapasitesinin çözülmesi olarak ortaya çıkar. Birey artık değerleri sorguladığı için değil, onları kurabileceği bir zemin kalmadığı için “hiçbir şeyin değeri yokmuş” hissine kapılır. İyinin, doğrunun, adilin ya da anlamlının neye göre belirleneceği belirsizleştiğinde, yaşam yalnızca katlanılması gereken bir sürekliliğe indirgenir.
Bu durum, çoğu zaman “her şey anlamsız” gibi yüzeysel bir ifadeyle dile getirilse de asıl mesele anlamın reddi değil; anlamın toplumsal olarak askıya alınmasıdır. Değerlerin kolektif olarak üretilemediği, ortak bir yön duygusunun kurulamadığı koşullarda, birey dünyayla bağını yitirir. Bu kopuş, bireyi edilgenliğe, kayıtsızlığa ve içe kapanmaya sürükler; çünkü artık çaba ile sonuç, eylem ile anlam arasında kurulabilecek bir ilişki kalmamıştır.
Nihilizmin bu biçimi, eleştirel bir bilinç hâlinden ziyade, bir çöküş belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Mevcut düzenin sunduğu değerlerin inandırıcılığını yitirmesi, kendi başına dönüştürücü bir potansiyel taşımaz. Aksine, bu boşluk çoğu zaman bireyi yönsüzleştirir ve toplumsal müdahale imkânlarını daraltır. “Hiçbir şeyin değeri yok” düşüncesi, her şeyi eşitleyerek, itirazı da anlamsızlaştırır.
Bu nedenle nihilizm, gençliğin yaşadığı varoluşsal boşluğun doğal ama tehlikeli bir sonucudur. Değerlerin aşınması, bireyi özgürleştirmek yerine, onu ölçütsüzlük içinde savurur. Bu savrulma hâli, yalnızca bireysel bir bilinç problemi değil; tarihsel, toplumsal ve siyasal koşulların ürettiği bir sonuçtur. Nihilizme mesafe koymak, bu koşulları görmezden gelmek değil; tam tersine, anlamın ve değerin yeniden nasıl kurulabileceği sorusunu ciddiyetle sormayı gerektirir.
Tarihsel krizler ve edebiyatın tanıklığı
Tarih boyunca ekonomik krizler, savaşlar ve toplumsal kırılmalar, gençlerin gelecek kaygısını ve varoluşsal boşluğunu derinleştirmiştir. Bu durum edebiyatın en önemli temalarından biri olmuştur. Edebiyat, bireyin yaşadığı toplumsal ve ekonomik koşulları hem bireysel hem de toplumsal düzlemde anlamlandırmak için bir araç/imkan sunar.
Franz Kafka’nın Dönüşüm adlı eseri, bireyin işlevsizleşmiş bir toplum ve ailesi içinde yabancılaşmasını anlatır. Kafka’nın Gregor Samsa karakteri, ekonomik ve toplumsal baskılar altında kendi değerini yitirdiğini hisseder ve bu durum, gençlerin gelecek belirsizliği ve toplumsal uyumsuzluk karşısında yaşadığı psikolojik deneyime benzeyen bir metafor olarak okunabilir. Gregor’un değişimi, toplumsal normlar ve ekonomik yükümlülüklerle bireyin kendisi arasındaki çatışmayı simgeler.
J. D. Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar adlı romanında ise Holden Caulfield, yetişkinlerin sahteciliklerini reddeder ve toplumun değerlerini sorgular. Holden’ın dünyayı algılayışı, gençlerin hem ekonomik hem de kültürel anlamda maruz kaldığı belirsizlikle ilişkili olarak yorumlanabilir. Roman boyunca “Kimse yok. Ben varım, ben, bir de kendim” gibi ifadeler, gençlerin varoluşsal yalnızlığını ve aidiyet arayışını temsil eder.
Sylvia Plath’ın Sırça Fanus adlı eseri, özellikle genç kadınların toplumsal beklentiler ve kişisel krizler arasında yaşadığı psikolojik gerilimi gösterir. Plath, karakterin toplumsal normlarla çatışmasını derinlemesine işler ve gençlerin yaşadığı anlam arayışını bireysel düzlemde temsil eder. Bu eser, bireysel ve toplumsal baskının birleştiği bir varoluşsal boşluk deneyimini ortaya koyar.
Edebiyat, bu örneklerde olduğu gibi gençliğin ekonomik, kültürel ve toplumsal krizlerle mücadelesine ışık tutar. Krizlerin yarattığı belirsizlik ve yabancılaşma, edebiyat sayesinde hem bireysel hem de kolektif düzeyde kavranabilir; bu da okuyucuya hem empati hem de eleştirel bir farkındalık kazandırır. Tarihsel ve güncel bağlamda edebiyat, gençlerin deneyimlerini anlamlandırmada vazgeçilmez bir araçtır.
Postmodern savrulma
Postmodern çağ, gençliğin kimlik, değer ve anlam arayışını karmaşık ve çelişkili bir ortamda sürdürmesine neden olmaktadır. Postmodern düşüncenin etkisiyle büyük anlatılar ve evrensel değerler sorgulanmış, normlar ve anlam çerçeveleri parçalanmıştır. Bu durum, gençlerin hayatlarına ölçüsüz bir belirsizlik ve savrulma hissi taşır. Büyük anlatıların sona erdiği iddiası, yalnızca felsefi bir tartışma değil; aynı zamanda gençlerin toplumsal ve kültürel bağlamda yön bulamamasının da bir sonucudur.
Neoliberal kültür ve dijital ortamlarla birleşen bu postmodern çerçevede, gençler ekonomik belirsizlik, toplumsal performans baskısı ve sosyal medya üzerinden sürekli görünür olma zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Sosyal medya, “algoritmik gardiyanlar” aracılığıyla bireylerin hangi içerikleri gördüğünü belirler ve sürekli bir karşılaştırma döngüsüne sokar. Bu döngü, “ben” olgusunun yüceltilmesine ve bireyin kendini sürekli kanıtlama ihtiyacı hissetmesine yol açar.
Böyle bir ortamda gençlik, hem değer erozyonunun hem de sürekli görünürlük baskısının etkisiyle kimlik ve anlam arayışında savrulur. Toplumsal normlar, ekonomik güvencesizlik ve kültürel beklentiler, gençlerin aidiyet ve değer duygusunu zedeler. Postmodernizmin ölçüsüz etkileri, bireyde yönsüzlük, kararsızlık ve kendi değerlerini yeniden tanımlama ihtiyacı yaratır; böylece gençliğin savrulması hem toplumsal hem de bireysel düzeyde görünür hâle gelir.
Sonuç yerine
Ekonomik krizler, toplumsal dönüşümler ve neoliberal-postmodern baskılar, gençlerin hem maddi hem de varoluşsal düzlemde karşılaştığı sorunları derinleştirmektedir. Bu süreç, gençlerin kendi değerlerini ve yaşam amaçlarını sorgulamasına, anlam arayışına ve toplumsal aidiyet duygusunun sorgulanmasına yol açar. Edebiyat, bu deneyimleri görünür kılarak, hem bireysel hem de toplumsal bağlamda bir analiz alanı sunar.
Gençler, ekonomik belirsizlik ve toplumsal baskılar karşısında anlam arayışını sürdürürken, aynı zamanda eleştirel bir farkındalık geliştirmek durumundadır. Edebiyat ve felsefe, bu sürecin anlaşılmasını sağlayarak, gençlerin krizlerle mücadele eden bireyler olarak konumlanmasına katkı sağlar. Gençliğin karşı karşıya kaldığı varoluşsal boşluk ve nihilizm, doğru bir kavrayış ve duruşla yönlendirilebilirse, yalnızca karamsar bir tablo çizmekle kalmaz; aynı zamanda toplumsal değerler ve bireysel anlam sistemlerinin yeniden sorgulanması için bir neden/zemin oluşturur. Ancak bu savurucu/bozucu rüzgârla mücadele hafife alınmamalıdır. Psikolojinin alanına girse de çözüm “psikologluk” değildir; bu konuda hazır bir paket de yoktur; yol, yöntem ve irade gerektirir. Yukarıda verdiğimiz örneklerde de görüldüğü gibi edebiyat, bu alandaki bilinçli arayış için güçlü materyaller barındırır. Geriye bilinçli bir okuma, okuduğunu anlama ve buna uygun kolektif, örgütsel zeminlerde rol alma iradesi/ısrarı kalıyor.
Böylesi zorlu süreçlerde kimileri bir yol bulur, kimileri de bahane. Biz, yol bulanlardan, yolun sonuçla/hedefle ilişkisini görerek yaşamsal duruş geliştirenlerden olmalıyız.
(MY/VC)







