Bugüne kadar iki renkten hoşlanmazdım: Yeşil ve turuncu. Daha önce defalarca yazdığım gibi babam asker olduğu için yeşiller içinde büyüdüm. Üniversitedeyken ev arkadaşım turuncuyu çok severdi tuvalet kâğıdına kadar turuncu alırdı ondan gına gelmişti turuncudan.
Sonbahar filmi ile Karadeniz bana unuttuğum bir güzelliği hatırlattı zira dört yıl Trabzon’da yaşamıştım ve ağzım açık kaldı yeşille turuncunun aşkını görünce-Sümela manastırını göremeden gelmiştim o da ayrı tabi. O yeşili nasıl terk ettiğime kahrettim film boyunca. Karadeniz’in muhteşem görüntüleri eşliğinde yeşil ve turuncu bu kadar mı şahane görünür. Sonbaharı başka hiçbir yer böyle anlatamaz sanırım.
Film bence yaşanmışlıklara aşina değilseniz size hiçbir şey ifade etmez. Pek çok insanın Uzak filminden sıkılması gibi bu film de sıkabilir. Zira pek çok şeyi sözler olmadan bakışlar ya da Karadeniz ile anlatıyor, bunlar yetmediğin de ise yardıma bir tulum ya da (sanırım) kemençe sesi eşlik ediyor. Genç yönetmen Özcan Alper’in ilk filmi ‘Sonbahar’, kahramanı Yusuf özelinde bir kuşağın hesaplaşmasına soyunuyor. Berlin’de duvar yıkılırken, Sovyetler dağılırken, sosyalizm düşü sona erip bambaşka trajediler ortaya çıkarken hâlâ bu rüyaya inanıp zoru seçen ve sonuçta, hikâyenin diğer ana karakteri Elka’nın da dillendirdiği gibi, ‘en güzel’ yıllarını hapiste geçirenlerin hesaplaşmasıdır bu.
Kanal D’nin Asi dizisi sinemaya başarılı oyuncular tanıtmaya devam ediyor, Issız Adam’ın Alper’inden sonra şimdi de Yusuf. Kuyuya atılmış Yusuf peygamber gibi bu Yusuf da içine girdiği kuyulardan çıkamıyor. Siyasi bir suçlu Yusuf, ömrünün en güzel yıllarını sosyalizm uğruna cezaevinde geçirmiş bir “deli”. Arkadaşının dediği gibi hayatın ona düşen payını harcamakla uğraşır. Onun özgürlüğü gece odasında istediği zaman ışığı yakabilmektir çünkü isteyecek bir şeyi kalmamıştır. Dışarıda da olsa, içerde yaşadıkları onu dışarıda özgür bırakmaz. Yusuf ne içeriye sığabilen ne dışarıda kalabilenlerdendir. Özgürlük nefes almasını engellemektedir adeta. O nedenle evin önündeki sedirde uyur sürekli. Ne onu sorgulayan gözlere aldırır ne de “neden” içeride yattığından çok “nasıl” yattığını merak edenleri önemser. Cevapları yoktur Yusuf’un. Belki de soru sormaktan çok önce vazgeçmiştir. Kim bilir? Ama gözleri, Karadeniz’in hırçın dalgaları gibi bir coşar bir Elka’nın bakışlarında durulur. Belki de bundandır Yusuf Elka'yı her gördüğünde kaçar. İnsan çoğu zaman kendini bir aynada bir de tanıdık bakışlarda görmek istemez.
Elka bir Rus güzeli, kültürlü bir orospu. Kitap almaya gittiği kitapçı şöyle der: “Abi bunların orospuları bile kültürlü oluyor.” Yusuf ise en yakın arkadaşı Mikail’le minibüse aldıkları amcanın deyimiyle, ‘Anarşik olaylara karışan uşak’tır. Ne Elka’nın ne de Yusuf’un bildikleri, istedikleri kültür onları kurtarır: biri anarşist olurken, olamaya zorlanırken, biri orospu oluyor, olmaya zorlanıyor. Ve sonunda aynı dertten muzdarip iki yaralı kalp bir kitapçı da karşılaşıyor. İçinde bulundukları “özgür” (?) hayattan kaçmak için kendilerini mahveden (?) kitaplara kaçtıkları bir anda. Elka kitapçıda bir Rus romanı ararken bulur hikâyesinin kahramanını.
Rus romanlarından fırlamış bir karakterdir Yusuf. Raskolnikov gibi bir suç işlemiş ama pişmanlığı işlediği suçtan değil, yaşıyor olmaktan. Ruhi anlamda "ölü" olan Prens Nehludov gibidir Yusuf. En çok da Oblomov gibidir. Oblomov’un ‘bunaltıcı, mutsuz ve gelecekten yoksun’ hayatının ayrıntılarına giren her okur, aynı zamanda kendi hayatının derinliklerinde bir yolculuğa çıkmış ve kendi Oblomovluk’larıyla başbaşa kalmış demektir. Oblomov, kendinden menkul bir kahraman değildir oysa. Yaşama şekli, aşkı, hayatı, varoluşu, edebiyatı, politikayı ve sanatı anlayışıyla zamanın gerisine düşmüş bir karakterdir tıpkı Yusuf gibi. Aşkı, politika ve hayat anlayışı cezaevinden öncesinde kalmıştır. Bugünü olmayan bir dündür Yusuf. ‘Orijinal kahramanlar’ özel dönemlerin ürünüdür. Yusuf gibiler ise gel(e)meyen “özel” günlerin kurbanlarıdır.
“Geçmiş olsun” ile devam eder film Karadeniz’in güzelliklerinden sonra. Yusuf’un yüzüne bakınca soramadan edemiyor insan geçen ne? Geçen 10 yıl, geçen sağlık, geçen aşk, geçen umutlar… Ama her zaman denildiği gibi “olsun” (!)
Filmin bence diğer önemli bir noktası anne. Belki ilk bakışta gösteremese de o güçlü bir anne bence. Oğlunu beklemiş bunca yıl ama sonbaharın eşinin mezarına doldurduğu yapraklar gibi oğlunun da solup gitmesine engel olamıyor. Diğer oyuncular gibi Gülüfer Yenigül de başarılı ve yürek parçalayıcı. Bilmediğimiz bir dil konuşmuş olsa da acı çeken bir annenin duygularını yüzünde ve sesinde başarılı veriyor bence.
Ve olmazsa olmaz müzikler. Kazım Koyuncu ile başlayan ve sonrasında sonbaharın ve Yusuf’un hüznüne eşlik eden tulum sesi. Feza Çaldıran da o enfes Karadeniz peyzajları ve bazen yumuşak, çoğu kez de hırçın Karadeniz görüntüleri çok iyi kullanmış.
‘Sonbahar’, adını aldığı mevsimin temel özelliği olan hüznün yanında ‘yalnızlığı’, neredeyse bütün ana karakterlerine eşit oranda dağıtıyor. Yusuf, köyünde yalnız (o kadar ki, satrancı bile kendi kendine oynuyor), anne yalnız, Mikail yalnız, Elka yalnız. Belki Elka ve Yusuf bu yalnızlığa karşı gelebilirlerdi ama araya Karadeniz giriyor.
Uğur Vardan’ın da dediği gibi hem yerel, hem de evrensel bir film ‘Sonbahar’. Anlattığı siyasi gerçeklikten dolayı yerel ama yalnızlık ve ölüm temasıyla kurduğu ilişki nedeniyle de son derece evrensel. Üstelik konu, üslup, oyunculuk, görüntü, müzik gibi unsurların arasına, son derece hakiki diyalogları da eklendiğinde, neredeyse kusursuza yakın bir filme ulaşılıyor (Hele ki başka bir ‘devrimci’ karakter olan ‘Muro’ ile karşılaştırıldığında)...
Yazıyı filmde Yusuf’un en yakın arkadaşının sözleri ile bitirmek anlamlı bence:
“Doğru ya da yanlış bir sosyalizm vardı, a... koya.... şimdi o da kalmadı.” (EG/EÜ)