* Fotoğraf: Sabro gazetesi
Filiz Gazi, Taner Akçam’la Gazete Duvar adına yaptığı söyleşiyi, “Taner Akçam: Gönüllü bir katılım olmasaydı, bu kadar insan öldürülemezdi” başlığıyla paylaşmıştı.[1] Daha ilk soruya verdiği yanıtta, Akçam, “soykırım”ın -devletin iradesi dahilinde- bir ânda olup biten bir fiil olmadığını belirtirken, özellikle de, söz konusu fiili mümkün kılacak toplumsal/kültürel yatkınlaşma sürecini gözardı ederek soykırım olgusuyla yüzleşmenin mümkün olamayacağına işaret ediyordu.
Soykırım nedir?
Evet; soykırım suç fiili; kendiliğinden/tasavvur dışı gelişen bir edim olmayıp soya kast edici mahiyette -bilerek, isteyerek gerçekleştirilen türde (-mens rea)-, hedef olarak aldığı grubu kısmen veya tamamen imha etmek amacıyla gerçekleştirilen; fiziki boyutta müessir (actus reus nitelikli) bir edim olarak tanımlanmıştı.
Demek, “kasıt” ve “fiziki” sonuçları belirleyiciydi. Biraz daha açarsak; 1. Öldürme, 2. Bedensel veya zihinsel zarar verme, 3. Yaşam şartlarını değiştirme, 4. Doğumu (soyun sürmesini) engelleyici tedbirler alma, 5. O gruba mensup çocukları bir başka gruba nakletme fiillerinden biri gerçekleştirilmek suretiyle, hedef alınan grubun kısmen veya tamamen imhasına kastedilmişse, işlenen suç, bir soykırımdı. Ancak, Birleşmiş Milletler, kaçınılmaz olarak, 1948 “Soykırım Sözleşmesi”ni ‘ceza hukuku’ kapsamında düzenlemişse de, -yaşananlardan güne ve geleceğe dair ders çıkarılacaksa eğer- Sözleşme metninin mimarı Yahudi avukat Raphael Lemkin’in de altını çizdiği üzere, soykırım, ânlık bir olay değil, failleri/toplumu oraya doğru taşıyan sürecin mahsulü olarak dikkate alınmalıydı.[2]
Akçam ne yapmıştı?
Dönersek; Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur! ‘Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar’[3] adlı çalışmasında, Osmanlı Hükümeti’nin, Birinci Dünya Savaşı koşullarında, ‘Ermeni Meselesi’ni aradan çıkarışının hikâyesini, ‘Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dâhiliye Nezâreti’ kayıtlarındaki izlerini takip ederek ortaya koymuştu. Başa ‘dert’ olan ‘Ermeni Reformu’ taleplerinin, Paşa’nın (Talat) tabiriyle, ‘esaslı bir şekilde sona erdirilmesi ve tamamen yok edilmesi’nin hikâyesi idi serimlenen ve malzeme tümden yerli (ve herkese açık olan) kaynaktan tedarik edilmişti.
Akçam, Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması ‘Sessizlik, İnkâr ve Asimilasyon’[4] adlı çalışmasında ise, yine özgün bir müdahalede bulunuyor ve bir yandan kendi (son fasıl Osmanlı) tarihimiz içinden yol alırken, bir yandan da, ‘zorla asimilasyon’ ve ‘soykırım’ edimi arasındaki münasebeti sorguluyordu.
Akçam ne demişti?
İşte; Gazi’ye verdiği mülakatta, Akçam, “Ermeni Soykırımı”nın, Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’nde tanımlanan fiile sınırlandırılarak mütalaa edilmemesi gerektiğini, onca insanın öldürüldüğü kıyımın gönüllü bir katılım olmadan gerçekleştirilemeyeceğini söylerken, aslında, 1878 Berlin Antlaşması’nın 61. maddesinde zikredilen (o tarihten 1923 Lozan Antlaşması’na dek siyasi gündemimizde kalan) bölgedeki Müslim (Kürt, Çerkes) gayri Müslim çatışmasının ve “sorun çözme” anlayışının toplumsal/zihinsel kurucu bir değer olarak nasıl da günümüze aktığına/ağdığına işaret ediyor; ülkenin birlik ve bütünlüğünü tehdit eden bir “güvenlik” sorunu olarak muhatap alınan demokratik-siyasi taleplerin “kalıcı güvenlik” tercihiyle halledilmesi anlayışının (Ermeni Meselesi Hallolunmuştur’la sonuçları müjdelenen anlayış!) günümüze uzanan tehditkârlığına atıfta bulunuyordu.[5] Demek, Akçam’ın vurguları, Cumhuriyet’in ‘Kürt politikası’ hattından yürünürken, mevcut iktidarın ikbal kaygıları ve kadim devlet geleneğinin buluşması olarak tecessüm eden ‘İttihatçı’ (‘kurucu’) damarı -tarihsel tecrübemiz içinde- anlamamız ve süregiden tehdidi idrak edebilmemiz açısından, asıl, aydınlatıcı ve uyarıcı olmalıydı.
Akçam'a "içerleyenler"
Ve fakat öyle olmadı. Akçam’ın, -“Soykırım” vesilesiyle- Osmanlı’dan günümüze İttihatçı damardan nakledilen (ve “Türklük Sözleşmesi”ni de içeriden kuran) toplumsal/beşeri hakikatimizle yüzleşme (dolayısıyla, ders çıkarma) çağrısına ivedilikle mukabele edenler, soykırımların bir sürecin mahsulü olduğunu hatırlatan Akçam’ın o fasıldan olmak üzere, “19. yy. feodal toplumunda örneğin Kürt bölgelerinde Kürt ağaları[nın] evlenen Ermeni [kadınlarının] ilk gece hakkına sahip”liğini anışına içerleyenler oldu.[6] “132 Kürt yazar ve araştırmacı”, “iki halkın da uğradığı [onca] haksızlık, mağduriyet varken[7], ilk gece hakkı gibi absürd bir iddiayı sansasyonel ve üsttenci bir şekilde” ortaya atan Akçam’ı “iki halk”tan da özür dilemeye davet etti![8]
"Milli/mahalli" hassasiyet dalgası
Teslim edelim; geçmişte insana/insanlığa karşı işlenmiş suçla bir soya-sopa aidiyet bağlamında (o aidiyetten geçmişteki faile ve fiiline uzanmak suretiyle) yüzleşmek kolay heves edilir şey değildir. Zira, aidiyet, “benliksel” yapı taşlarındandır ve o taşları “suç”la ilişkilendirerek yerinden oynatmak zor olduğu kadar, evet, sancılıdır. Lakin, o aidiyet üzerinden geçmişin yüklerini taşımak zor olduğu kadar, söz konusu yüklenişlerin güne ve geleceğe dair bedellerine duyarsız kalmak da bir o kadar sorunludur. Soruna duyarlıkla, şimdiye dek “Büyük Felaket” (‘Medz Yeghern’) olarak anılan kırımın ABD Başkanı Joe Biden tarafından açıkça “Ermeni Soykırımı” olarak anılması karşısında yükselen “milli/mahalli” hassasiyet dalgasına -dolaylı olarak- “Kürtlük” hassasiyeti ile katılıp Akçam’a yüklenenlerin yaşadığımız siyasi coğrafyada nasıl bir ayna ikizi oluşturduklarına (birbirine bakan üzümlerin birlikte kararışına) işaret etmekse entelektüel bir sorumluluk olmalıdır kanımca.
Hakikati aramak
Dipnotla andığım Barışı Iskalamak kitabının yazarı Keiser kitabının Önsöz’ünde şunun altını çizer: “Tarihçinin görevi iktidarda bulunanları, bulunmuş olanları ya da herhangi bir ideolojiyi haklı göstermek değil, geçmişte susturulan kurbanları da kapsayan gerçekleri gün ışığına çıkarmaktır. Bu anlamda en önemli etik, insan haklarını ölçü almaktır”.[9]
Bir tarihçinin, soykırımın olgusal gerçekliğiyle birlikte onu mümkün kılan “toplumsal/tarihsel” hakikati arama emek ve çabasına hak teslimi kadar; bulgularını, demokrasi-özgürlük-eşitlik mücadelesi ve insan hakları duyarlılığı ile dikkate almanın “kimliksel kaygı ve hassasiyet”lerden daha kıymetli olduğunu düşünenlerdenim ben; bu yazıyı onun için yazdım.[10]
(HS/NÖ)
[1] 20 Nisan 2021 tarihinde yayımlanan söyleşinin, Akçam’ın son kitabı Ermeni Soykırımı’nın Kısa Bir Tarihi’nden (Aras Y., 2021) hareketle gerçekleştirildiğini hatırlatayım.
[2] Ve elbet, Soykırım Sözleşmesi kapsamında da anıldığı üzere, yasalar, soykırımı önleyemese de, toplumsal süreçlerin oraya doğru akışını engellemedeki koruyucu çabamıza rehberlik edebilirdi.
[3] İletişim Y., 2008.
[4] İletişim Y., 2014.
[5] Tanzimat’tan Kemalist Cumhuriyet’e doğru, devletin, gayri Müslimlerin ve Kürtlerin ‘demokrasi/reform’ taleplerine verdiği tepkinin tarihselliğine ışık tutan bir makalem için, bkz. “Barışı Iskalamak”, Birikim Güncel, 29 Ekim 2015 (söz konusu ışığın kaynağı, Hans-Lukas Kieser’in, Barışı Iskalamak/ ‘Doğu Vilayetleri’nde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet, 1839-1938’, İletişim Y., 2005 kitabıydı).
[6] “Ermeni Soykırımı”na Kürt coğrafyasındaki gönüllü katılımı inceleyen bir çalışma için, bkz. Yüz Yıllık Ah! Toplumsal Hafızanın İzinde 1915 Diyarbekir, Adnan Çelik-Namık Kemal Dinç, İsmail Beşikçi Vakfı Y., 2015 ve benim çalışma üzerine bir değerlendirmem için, bkz. “Ah!’lar Cumhuriyeti”, Varlık dergisi, Ağustos 2015. Soykırım olgusunu bir sürecin mahsulü olarak esas alma ve güne dair dersler çıkarma üzerine kurulu bir makalem için, ayrıca, bkz. “‘Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması’ndan Kürtlerin Yoksanışına ‘Çözündürme’ Dersleri”, kuyerel.org, Şubat 2016. Abdullah Öcalan’ın, “Türklük-Müslümanlık” terkibi dahilinde kurulu devlete, ‘Müslümanlık kesişimli tarih’ten hareketle, “ortak vatan” talebi doğrultusunda yaptığı ‘kardeşlik telkini’ni (demokratik-sivil siyaset ve “demokratik cumhuriyet” hassasiyeti çerçevesinde) sorgulayan bir yazım için, bkz. “‘Müslümanlık Sözleşmesi’, Öcalan ve ‘Toplumsal Sözleşme’”, Gazete Duvar, 3 Eylül 2019.
[7] Özellikle de 19. yy.’ın sonlarında, Hamidiye Alayları dahil, Kürtlerin merkezi otorite ile işbirlikleri anımsandığında, iki halkın eşzamanlı mağduriyetlerinden söz etmek mümkün müdür? (Somut etkileri 1890’dan Kurtuluş Savaşı’na kadar izlenebilen, tarihi ve siyasi etkisi günümüze değin uzanan Hamidiye Alayları için, bkz. Hamidiye Alayları/ ‘İmparatorluğun Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri’, Janet Klein, İletişim Y., 2013.)
[8] Bkz. ‘132 Kürt yazar ve araştırmacıdan Prof. Akçam’a: Delil göster ya da özür dile’ (Gazete Duvar,30 Nisan 2021 -“Ağalık rejimi” dahilinde egemenin bir tasarrufu anılmışken “halk” adına özür talep edilmesi ayrıca ilginçtir).
“Türklük Sözleşmesi” için bkz. Türklük Sözleşmesi/ ‘Oluşumu, İşleyişi ve Krizi’, Barış Ünlü, Dipnot Y., 2018. Benim anılan çalışma üzerine bir makalem için, bkz. “Türklüğün Dip Akıntıları ve Türklük Sözleşmesi”, Birikim dergisi, Ocak-Şubat 2020, sayı 369-370. Doğrusu, mahut sözleşmeyi ve ‘resmi devlet ideolojisi’ni karşısına aldığı için yıllarca mahkûmiyetle mağdur edilmiş İsmail Beşikçi’nin Akçam’dan özür talep eden metne imza atmış olmasının ayrıca dikkatimi çektiğini de belirtmek isterim.
[9] Hannah Arendt’in, Totalitarizmin Kaynakları (‘Antisemitizm’ ve ‘Emperyalizm’, İletişim Y., 1996, 1998) üzerine yazılmış bir makalem için, bkz. “Totalitarizmin Kaynakları’ndan Günümüze Düşen Işık” (dolayısıyla, ‘insan hakları’ meselesi), Ayrıntı dergi, Kış 2021, sayı 36.
[10] Bu yazı vesilesiyle, Mithat Sancar’ın, tarihi hesaplaşılması gereken meselelerle yüklü ülkemize ilişkin şu tespitini (ve çalışmasını da) hatırlatmak isterim: “Türkiye’yle ilgili çalışmaların, geçmişle nasıl hesaplaşıldığı değil, neden hesaplaşılamadığı sorusuna odaklanması gerekecektir” (Geçmişle Hesaplaşma/ ‘Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne’, İletişim Y., 2007, ‘Giriş’ten). Öte yandan, Kürt coğrafyasındaki egemenlerin birbirleriyle olduğu kadar gayri Müslimlerle ilişkileri ve Osmanlı merkezi otoritesiyle işbirlikleri için Mehmed Uzun’un Dicle’nin Sesi’ne (I ve II, 2002 ve 2003) göz atmakta da yarar var. Bu yazıda andığım makalelerim ve ilgili diğer yazılar için, ayrıca, bkz. haluksunat.com