Veda etmek cesaret gerektiren bir eylem... Bir vedayı sırtlamak, onun getirdikleriyle; üzüntüyle, özlemle baş etmek hiç kolay değil. Hayata bir ilişkinin, bir ebeveynin, bir dostun yokluğuyla, yani bir eksikle devam etmek nasıl kolay olabilir?
Fakat sırf bu vedalar gerçekleşemiyor diye devam ettirilen, insanın yakasına yapışıp bırakmayan ilişkileri taşımak da bir o kadar zor değil mi? Geçmişten bugüne getirilen, fiili olarak devam etmese de oluşturduğu döngülerle varlığını sürdüren birtakım ilişki tarzlarımız var. Ve bunlara veda edememeye devam ettikçe yeni ilişkilere, ilişkilenme hallerine yelken açamıyoruz.
‘Yeni’ ilişki, kişinin geçmişin yükünden kurtulup ‘kendini aştığı’ bir deneyim olmaktadır kanımca. Kendini aşması ise kendi sınırlarının, geçmişte sıkı sıkıya tutunduğu bağların ötesine geçmesi manasına geliyor. Ve tüm bunların olabilmesi için kişinin önce geçmişe veda etmeyi başarması gerekiyor.
Küçük bir çocuk da olsanız kocaman bir yetişkin de, değişmiyor. Edilememiş bir veda hep aynı etkiyi yaratıyor: eksik bırakmışlık. Eksik kalmışlık… Ve edilen veda da karşınızdakinden çok kendinizin o zamanki haline, yaşadıklarınıza, duygularınıza, içinde bulunduğunuz depresyona belki, öfke krizlerine edilen bir vedadır gerçekte. Duygularınızla vedalaşmak artık olmayan adam ya da kadınla, eşle dostla, ebeveynle vedalaşmak kadar elzemdir. Varlığı sizin için son derece önemli bir kişiyi bırakmak, onun sizde uyandırdığı hisleri de bırakmak anlamına gelmiyor çünkü. Hisler uzun zaman devam edebiliyor arka planda. İfade edilememişlikleriyle bekliyorlar, buldukları en küçük çatlaktan sızmak için can atıyorlar. Siz onlardan kaçtıkça saldırganlıklarını arttırıyorlar.
İnsan en büyük haksızlığı kendisine ediyor bu noktada. Karşısındakine kızıp kendi hislerine küsüyor. Diğerine olan öfkesini, kendi duygularını hiçe sayıp unutmaya çalışarak kendisinden çıkarıyor ve dolayısıyla ‘unutma’ gerçekleşemiyor.
Hafızaya öyle büyük bir görev veriliyor ki o da eziliyor altında ve yapması gerekenin tam tersini yapıyor çoğunlukla. Hafıza aslında bunu sadece ayrılıklarda değil travmatik yaşantıların hepsinde yapıyor. ‘Unut! Unut!’ denildikçe daha çok hatırlıyor, unutmuş gibi yapıp başka başka organları örgütlüyor içerde.
Alttan alta vücuda ve ruha sızdırıyor anıları. Onu hunharca kullanan sahibine kafa tutuyor sanki. Halbuki yapılması gereken ona evin küçük çocuğu gibi davranmak değil, unutsun diye onu hırpalamak değil, hatırlattığında ona öfkelenmek değil. Bunlar bir işe yaramıyor. Eğer hatırlatıyorsa vardır bir hikmeti deyip ona dönmek gerekiyor. Belli ki o da tüm yaşananları hatırlatarak bir şey anlatmak istiyor sana. Hesaplaş diyor, anla, konuş diyor, kaçma diyor en çok. Yüzleş diyor! Gör diyor, aç gözlerini geçmişe, korkma diyor. Veda edebilmek için unutmaktan önce hatırlamak gerekiyor.
Tabii tüm bunlar sadece kişilere değil ilişki tarzlarına da edilecek bir vedayı kapsıyor. Örneğin annemizle kurduğumuz ilişki tarzına veda edemediğimiz, onu anlayıp bir yetişkin olarak içinden çıkamadığımız takdirde romantik ilişkimizdeki beklentilerde ve ilişkilenme tarzımızda aynı örüntünün kendisini ortaya çıkarması pek muhtemel. Ya da güven vermeyen bir babanın evladı olarak ilişkilerde güven-güvensizlik denkleminden çıkamamanız, bir biçimde sorunların dönüp dolaşıp güven eksenine oturması gayet olası. Her koşulda böyle olmak zorunda elbette değil, ancak etkilerini hissetmek kaçınılmaz duruyor.
İşin en başta bahsedilen bir diğer boyutu da insanın yeni yaşantılara kucak açabilmesinin geçmişe veda etmesiyle bağlantılı olduğu… Yeni ve farklı bir ilişki modeli kurmak için eskinin ne olduğunu ve üzerimizdeki tesirini anlamak gerekiyor. Hep aynı tarz ilişkiler yumağının içinde kayboluşlar, benzer paternleri tekrar edişler, ilişkilerde benzer sorunlarda tıkanmalar yaşayışlar… Bunların hepsi geçmişte veda edilemeyen ilişki tarzının bizi takip ettiğini gösteriyor. Bu ilişki tarzı hem ebeveynlerle kurulan ilişkiyi hem de devamında geliştirdiğimiz ikili ilişkileri kapsıyor olabilir. Onları görmeye başladığımız, anlamlandırdığımız, onlarla kavgayı bıraktığımız noktada geçmişi bir kabus olarak yaşamayı bırakıp bugünü onun boyunduruğundan sıyırmaya başlıyoruz.
Geçmişle hesaplaşmak elbette güle oynaya olmuyor. Bu yoldan kahramanca geçmek için göze alınması gerekenler var. Belki yıllardır kendinize bile söylemediklerinizi ortaya döküşler, insanların sizden hiç beklemedikleri gibi davranışlar, belki yeni yeni terk edişler var. Öyle ki geçmişin peşine düşenin artık ‘eskisi gibi’ olması beklenemez. Dönüşür çünkü, sadece düşünmez eylemde bulunur. Başka türlü olmak için cesaret bulur.
Ve sonuçta geçmişin sadece ‘geçmiş’ olması hakkıyla gerçekleşmesine ve belki tamamlanmasına bağlı. Eksik bırakılan, anlaşılamayan, vedalaşılamayan bir geçmiş kafamızı hep meşgul ediyor, içine çekiyor, rahat bırakmıyor. Ve tabii geçmişin tablosuna bir de, öfkeden ve o güne dair duygulardan sıyrılarak bakmayı denemek gerek, uzaktan. Belki bugün görülecekler veda etmeye yardımcı olacaktır. Belki bugünkü veda yeni bir varoluşun kapısını aralayacaktır. (BK/EKN)
* Fotoğraf: Ekin Karaca