* 1903 - 2015
Bu sitede IFEA-SALT ortak arşivinde yer alan bir ailenin fotoğraf albümü (onu geçmişte Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü Direktörü J. L. Bacqué Grammont'un önerdiği gibi “Geçmişin Derinliklerinde Kaybolmuş Büyükadalı X Ailesi”nin albümü olarak adlandırabiliriz) bulunuyor.
Yukarıdaki biri 1903 diğeri 2015 tarihli iki fotoğrafın da gösterdiği gibi bu yüz küsur yıllık arada, epey bir değişiklik olmuş. Ailenin albümü bu nedenle zihnimizi bir kaç yönden kurcalıyor.
Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün arşivlerini gün ışığına çıkarırken karşılaştığı ve yüzden fazla resimde yer alan bu aile kim? Bir yerlerde bu aileyi tanıyan kişilerin bulunacağını tahmin ediyoruz. Evleri, köşkleri hatırı sayılır bir yapı. Kıyafetleri, eşyaları, yaşantıları hakkında bir fikir veren bu fotoğraflar zengin kişiler olduklarını gösteriyor. Muhtemelen Levanten bir aile. Onlara dair tek bilinen 1900’lü yılların başında çekildiği düşünülen bir grup fotoğraftan arta kalanlar: eski İstanbul görüntüleri, Boğaz sahilinde geçen kışlar, yazın Büyükada günleri, Renoir-vari akşamüstü toplantıları, İstanbul’un unutulmaya yüz tutmuş tarihine bir bakış. Ne işle uğraşırlardı? Hangi dilde konuşurlardı? Ne yerlerdi, ne içerlerdi? Nelerden hoşlanırlardı? Bunları tam bilemesek bile tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Asıl mesele ne oldukları. Ne zaman, nereye gittiler ve nasıl kayboldular?
Bir zamanlar Büyükada’nın tanınmış kişilerinden oldukları, deniz kenarında evleri, sosyal alanda geniş bir çevreleri, etkin bir pozisyonları bulunduğu anlaşılan bu insanlar hiçbir iz, anı bırakmadan nasıl ve neden geçmişin derinliklerinde kayboldular? Onların bu kayboluşu acaba diğerlerinin de kayboluşuna bir ışık tutabilir mi? Bu fotoğrafların göstermek istedikleri kadar, gizledikleri, görmezden geldikleri başka şeyler olabilir mi?
Neden onlar hakkında bugün en ufak bir bilgimiz yok? Oysa bizden çok da uzaklarda değiller, içinde yer aldıkları, yaşantılarını kurdukları düzen yayınların olduğu, kayıtların tutulduğu modern zamanlar. Dolayısı ile kaybolmaları mümkün değil. Öyleyse bu kayboluşu belki bir hüzün kaynağı, bir eksiklik olarak değil, günümüzde anlaşılmayı bekleyen bir bilgi olarak yorumlayabiliriz.
“Sahildeki aile”, “tavla partisi” ve “kahve keyfi” başlıklı diğer fotoğrafları da görünce, bu mekanın hala mevcudiyetini değil ama adını koruyan “Kumsal” olduğunu tahmin ettik. Büyükada’da deniz kenarında bir düzlük... Başka neresi olabilirdi ki? Kumsal, Büyükada’nın yeniden inşaata açıldığı dönemde molozlarla doldurulmuştu ama fotoğraftaki kıyı çizgisi izlerinden gayet iyi belli oluyordu.
Tahminimiz doğru çıktı. Binayı sanki elimizle koymuş gibi bulduk. Ayrıca binanın hala yerinde duran pencere parmaklıkları, üzerindeki çapraz kuşaklar, kapıları da önemli bir ipuçlarıydı.
Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü (IFEA) ile SALT İstanbul’un ortak kataloğunda “1903 albümü” başlığı altında 111 kayıt bulunuyor. Bu kayıtlar içerisinde sergi tanıtımı, yazısı ve haberler de yer almakta. Var olan resimlerin yarısına yakını İstanbul Boğazı’nda Tarabya ve Sarayburnu gibi semtlerin manzaralarını içeriyor, geri kalan resimlerde ise Büyükada’ya dair manzara resimleri, aile üyelerine ait iç ve dış çeşitli mekanlarda çekilmiş toplu veya bireysel resimleri bulunuyor. Hotel des Etrangers ve Anadolu Kulübü’nün o dönemki ismi olan Prinkipo Yacht Club (PYC) gibi Büyükada tarihinde önemli rol oynamış yerlere dair resimler de bu katalogda mevcut.
Yüz kadar fotoğraf İstanbullu bir aileyi ve onun içinde yaşadığı çevreyi aydınlığa kavuşturuyor, belli bir dönemin eşsiz lezzetini yansıtıyordu. Kutulardan birinin kapağının üzerinde yer alan “Prinkipo 1903” kaydı, bu belgelere kesin bir tarih vermede yararlanılabilecek tek ipucunu oluşturuyordu.
J. L. Bacqué Grammont, bu ailenin neden sergilendiğini ve serginin amacını şu sözlerle açıklıyordu: “Bu kişiler, Birinci Dünya savaşı, ardından Osmanlı İmparatorluğu’yla birlikte kısa bir süre sonra yitip gidecek olan bir dünyanın temsilcileriydi.” Yani X Ailesi Türkiye’nin toplumsal tarihi içinde olaylar ve zamanların etkisiyle kaybolmuş belli bir dönemi, belli bir zümreyi temsil etmekteydi. Bu toplumsal unutma haline karşı bir panzehir olarak sergide gelen izleyicilerden kim ve nerede oldukları bilinmeyen ve bilgileri kayıp olan bu aileye dair bilgileri gün ışığına çıkarmaları istenmişti.
Bu belgelerden biraz daha temsil ettikleri arka plana uzanabiliriz: Bu fotoğraflar bize neyi gösteriyorlar? Acaba bu fotoğrafların da tıpkı bugün bizim bilmediğimiz, kaydetmediğimiz şeyler gibi göstermediği şeyler de var mı? Fotoğraflardaki süslü iç mekanlar, yelkenliler, güzel kıyafetler... Bunlar ne kadar nezih ve mutlu bir yaşantının görüntüsü?
Avrupa’dan Galata limanından gelen ve Pera’daki lüks mağazalarda satılan hazır eşyalar, kıyafetler… Bunların yanında belki ithal, belki yerel manüfaktür, fabrika koşullarında dizisel üretilmiş mobilyalar. Elektrik motoru olmadığı için muhtemelen deniz kenarındaki başka bir limanda buhar makinesi ile kesilip biçilen ve ahşaplarla yapılan evler... İç mekanlara baktığınızda karşınıza çıkan eşyaların çoğu süslü ve çoğu hazır üretim. 1900’lerin başı tam da bu sanayileşmenin zirvede olduğu tarihler. Fotoğraflardaki iç mekanlarda bu narin, düzenli, neo-artizanal yaşam çevresi göstermek istediğinden öteye bize ne söyleyebilir?
Fotoğrafların arkasında kayda geçmeyen, kendilerinin ve yaptıkları işin görünmez kılındığı bir kitle mutlaka olmalı. Tıpkı fotoğrafçının kendisi gibi. Çamaşırcılar, marangozlar, inşaat ustaları, işçiler, hamallar, balıkçılar, manavlar, sütçüler, ev hizmetlileri, aşçılar, ütücüler, kolacılar, bahçıvanlar, garsonlar… Fotoğraflar olağan bir durumu değil, çoğunlukla sahnelenmiş bir gerçekliği bize gösterir. Bu fotoğraflardan onların yaşamı hakkında bilgi sahibi olabilir miyiz? Bu fotoğrafların göstermek istedikleri kadar, görmezden geldikleri başka şeyler olabilir mi?
Görüntünün arkasında yer alan geniş bir topluluk. Onlar bu görüntüye eksik bırakılmış olarak yansıyor. Özel alanlara, kulüpler gibi sosyal alanlara izole edilmiş bu neo-klasik dünya ortak kamusal alanı ulus-devletin toplum ideallerine bıraktı. Bu kaçınılmaz mıydı? Bu kayıttan silme işlemi, inkar edilen çelişkilerin bir semptomu olarak okunabilir mi?
Heidegger’in söylediği gibi geçmiş “aktardığı, miras bıraktığı”, yani kendi referans verdiği şeyi erişilebilir kılmaya değil, engellemeye, unutturmaya meyillidir. Dahası aktardığı şeyi göstermekten çok örter. Marc Nichanian’a göre arşivin kendisi çözülmesi gereken bir travmadır*. Çünkü tanıklar neye tanık olduklarını bile fark etmemektedir. Neye tanıklık ettiklerini bilmeden orada bulunmaktadır. Arşivin ortaya koymadan çok sır saklama işlevi olduğu söylenebilir. “Herkes, travmanın beraberinde bir arşiv gerektirdiğini düşünüyor gibi… Oysa ki, arşivin kendisi çözülmesi gereken bir travmadır.” Felsefeci Rebecca Comay’ın 2014 tarihli Lost in the Archive kitabının Giriş’inde sunduğu bu çift yönlü argüman genellikle yanlış yorumlanmıştır. Burada, biriktirme (nesne, iz, kanıt ve belge) ihtiyacına yönelik bir karşıtlıktan ya da anıların çokluğunun bellek için iyi olmadığı görüşünden bahsedilmez. Zira, arşiv bir bellek değildir; tam tersine, belleğin felaketidir. Arşiv sözcüğünü zannedersem mekanlar, kalıntılar, belgeler kapsamına genişletebilir, mimarlık bağlamı için de söyleyebiliriz. Neye mimarlık adını verdiğimize de. Aslında bütün dünya bir arşivdir. Ayrıca arşivi bize tanıtan, görünür hale getiren (sürekli yeniden ve yeniden arşivleyen) bütün tanıklıklar da arşivlenmiştir. Demek ki eğer arşivde boşluklar bulunuyorsa, neye tanıklık ettiğimizi dahi bilmiyorsak ve neyi bilmediğimizi bile bilmiyorsak, bu da arşivlenmenin bir parçasıdır. Nichanian’a göre de şiddet yalnızca görünür bir şey değildir, epistemolojiktir. Yani kurumsallaşmıştır, yeniden üretim pratiklerin içine saklanmıştır. Hatta çoğu zaman bir travmanın içinde başka travmalar da bulunur. Bu travmalar birbirinin üstüne binen katmanlar olarak birbirlerini örtme, gizleme işlevi görürler. Bir felaketzede, tamamen kendisinden sıyrılır, çünkü aynı zamanda, kendisini bir felaketzedeye dönüştüren olaydan sıyrılmıştır. Bu, arşiv kavramının en öncelikli ve temel yönüdür. Bunun sonucunda, ne zaman bir arşivi incelemeye açsak, felaketzede, görünenin arkasında olduğu gibi, bir “ölü tanık” gibi belirir (ve kaybolur).
“Entelektüel amnezya” katmanlar halinde birbirinin üstüne oturur. Asimetriyi perdeleyen güçlü bir akım olarak... Büyükada’da, albümdeki fotoğrafların çekildiği mekanda yer alacak yerleştirme bu soruyu cevaplandırmaya çalışıyor.
Bir anektod: Anadolu Kulübü’nde, bir sergi açılışında PYC bayrağını gösterdiğim kişiye ne anlama geldiğini sordum.
Kulübün yönetiminde yer aldığı halde bilmediğini söyledi. Prinkipo Yacht Club deyince şaşırdı: “Neden İngilizce yazmışlar?” diye sordu. Cevabım “çünkü kulübü kuranlar herhalde İngilizdi, bu nedenle yazmışlar” oldu. Bunun üzerine Anadolu Kulübü yöneticisi “İngilizler burada ne arıyorlarmış, gitsinler kulüplerini kendi memleketlerinde kursunlar” dedi. Ben de “ama onlar İstanbullu, burada doğmuşlar” dedim. Ama galiba pek ikna edemedim.
Bu kişi bir taraftan PYC’nin ve çevresindeki levantenlerin Art-Nouveau binalarının bulunduğu bahçede keyifle kahvesini içerken, bir taraftan da bu binaların neyi belgelediğini pek merak etmiyordu. Hatta etmek şöyle dursun, tanıklık ettiği bütün geçmişin işaretlerini okumayı reddediyordu. Bu karşılaşma, kayıttan silme durumu de bir hatırlama biçimi olabilir mi? Aklıma “madem öyle, kulübün adını "Büyükada Yat Kulübü" olarak değiştirmek yerine neden Anadolu Kulübü yapmışlar” sorusu da geldi, ama soramadım. Oysa çeviriyle yetinmemek, neden mekanın hafızasını karşıtlığın simetrisiyle sürdürmek olarak görülmesin? (KG/AS)