Rosa Parks’tan bahsetmek istiyorum aslında. Amerikalı bir kadın aktivistten. Ama önce Michael Brown ile Eric Garner ile başlayalım. Adlarını bilir misiniz bilmiyorum ama renklerini biliyorsunuz. Üçü de Amerikalı. Üçü de Afro-American, yani siyahi. Amerikan Başkanı gibi!
Eric Garner ve Michael Brown’un adlarını yakın zamanda çok fazla duymuş olmalısınız. Ferguson olayları diye adlandırabileceğimiz olaylarla kamuoyuna yansıdılar. Michael Brown polis kurşunu ile hayatını kaybetmişti. Eric Garner ise defalarca “nefes alamıyorum” demesine rağmen boğazı sıkılarak gözaltına alındıktan sonra hayatını kaybetmişti. Amerika’daki eylemlerin temel sebebi bu ve daha fazla siyahinin polis şiddetine maruz kalmalarına rağmen, adaletin halen güçlünün (yani beyazın) yanında olması. Michael Brown davasında, jürinin polisin yargılanmasına gerek duyulmadığı yönündeki kararı halkı sokağa çıkardı. Eylemler sürmeye devam ettikçe gözaltı sayısı da artmaya devam etti.
Yale Üniversitesi Black Union öğrencileri, Michael Brown için bir anma kampanyası başlatmış. “To My Unborn Son” (Doğmamış Oğluma) adını verdikleri bu anma kampanyasında her biri aynı t-shirt’ü giyerek, doğmamış çocuklarına birer not yazıp fotoğraf çekilmişler. Sitede Brown’un ailesine hitaben şöyle bir giriş yapmışlar;
“…Amerika’da siyah olmanın ne anlama geldiğini düşündüğümüzde anlıyoruz ki hepimiz Michael’ız, hepimiz erkek evlatlarız ve hikâyelerimiz değişse bile, oğlunuzun kaderi herhangi birimizin kaderi olabilirdi. Bir evladı kaybetmenin- onu artık kucaklayamayacak olmanın, onu sevemeyecek, onunla ilgilenemeyecek sesini duyamayacak olmanın- ne demek olduğunu anladığımızı söyleyemeyiz. Ancak doğmamış çocuklarımıza yazdığımız mesajları paylaştıkça, bizim sesimizle biraz olsun teselli bulmanızı umut ediyoruz.”
Doğmamış çocuklarına yazdıkları mesajlar oldukça net ve gerçekçilikleriyle acıtan mesajlar. Bu mesajlar sadece Amerika’yı, orada siyahilere yapılan haksızlıkları anlatmıyor aslında. Dünyanın her yerinde kendisini ayrıcalıklı görenlerin, diğerlerine yaşattığı psikolojinin yansıması olarak okunabilecek mesajlar.
“Seni tanımlamalarına izin verme.”
“Amerika’da insanların gördükleri tek yanın siyah tarafın olacak. Her ne kadar küçük olursa olsun.”
“Onların sana kim olduğunu söylemelerine izin verme FAKAT seni nasıl gördüklerinin farkında ol.”
“Ten rengin bir ölüm fermanı değildir.”
“Geçmişimizin geleceğin olmasına izin verme!”
“Ayağa kalk. Sen hatırlatmadıkça insan olduğunu hatırlamayacaklar.”
Görmek ve destek olmak isterseniz şuradalar.
Gelelim bize.
Nerede olduğumu ve zamanı net hatırlamasam da görüntü net. Televizyon açık. Bir eylem görüntüsü geçiyor ekranda. Polis eylemcilere saldırıyor. Eylemcilerin çoğu siyahi. Hepsi değil.
Başka bir yere gösteriyor ekran, kıyaslama yapıyor belli. Bu kez Türkiye. Polis yine eylemcilere saldırıyor. Onların diliyle “müdahale ediyor”. Gezi Direnişi günleri…
İki görüntüyü karşılaştırmalı veren televizyon kanalı, Gezi direnişini haber yapan gazeteci Amanpour’un fotoğrafını iliştiriyor ekranda sağ üst köşeye. “Yalancı”, “İkiyüzlü” gibi sıfatlarla birlikte.
Bir ülkedeki şiddeti göstererek, diğer ülkedekini yani kendi ülkesindeki şiddeti haklı gösterme çabası içinde oldukları belli. Yani kabaca “bakın bakın onlar da dövüyor!” diyorlar. Polis devletimizi haklı göstermenin basit, çirkin bir yolu. Çocukların yaramazlık yaptıklarında “ama o da bana taş attı” demeleri kadar çocukça. Bunu çocukça diye niteleyerek görüntünün naifliğinden bahsetmiyorum. Peki, bu televizyon kanallarında haber yapanların, kanal sahiplerinin ya da onlara ‘telefonla’ neyi göstermeleri neyi göstermemelerini emredenlerin ufukları bu kadar mı geniş? Hiç sanmıyorum. Burada başka, daha basit bir oyun var. Halkın algısını yönetiyorlar. Yapılabilecek onlarca farklı kategoriye rağmen halkı iki kategoriye ayırıyorum ben. İnanmak isteyenler ve inanmak istemeyenler. Çünkü gördüğüne, duyduğuna ve hatta bildiğine inanmak istersin ya da istemezsin. Ve bizde gerçeklik buna göre değişiyor. Gezi’yi hatırlayın, yetecektir.
Televizyonda Amerikan Polisinin şiddetini, Türk Polisinin şiddetiyle yan yana koyarak haber yapanlar bu ‘inanmak isteyen’ isteyen gruba hitap ediyorlar. Bize yapılan şiddetle, Amerikan halkına yapılan şiddeti karşılaştırarak bir nevi burada olanları aklamaya çalışıyorlar. Ve üzerine, Gezi süresince yaptığı haberlerle Türkiye’deki mücadeleyi destekleyen bir gazeteciye olan kinlerini kusuyorlar.
İşe yarıyor mu? Elbette. Sosyal Medyaya bakın! Onlarca karşılaştırmalı şiddet fotoğrafı göreceksiniz. Bu fotoğrafların altında “İnsan hakları diyenler nerede şimdi?” mesajlarını okuyacaksınız? Aynen alıyorum bakın. İsmini de vermiş yorum yapan arkadaş, ben vermeyeyim.
“O ne! Polis göstericilere gaz bombası atıyor! O ne! Polis göstericilere silah doğrultuyor. Açıktan. Hiçbir gizlemeye gerek duymadan! Ey Türkiye düşmanları! Ey içten içe ülkenin yıkılmasını bölünmesini isteyen azınlıklar.. Gördünüz mü demokrasinin beşiği Amerika’da olanları! Açın konusun... Konu Türk polisi, Türk Devleti olduğu zaman yaya yaya - eğe büke konuştuğunuz ağzınızı! Allaha yemin ederim Türkiye’yi size yedirtmeyiz! İçinizdeki hainlik duyguları ile inşallah yok olup gideceksiniz!” (düzeltmeye ya da düzenlemeye gerek bile duymadım.)
Şunda anlaşalım, şiddetin nereden ve kimden geldiği önemli değil. Ya da netleştirelim; Amerika’da olunca polis şiddeti meşru değil. Devletin kendi eliyle halkı kurşunlaması, coplaması, boğazını sıkması, öldürmesi meşru olamaz. Birileri bu iki şiddet örneğini büyük ekranlarda karşı karşıya getirdiğinde, başka bir devletin, vatandaşlarına zulmettiğini gördüğümüzde “bak işte, şiddet gerekliymiş” demiyoruz.
Kendi vatandaşını öldüren bir devlet, görevi onları korumak olan halka saldıran bir polis hangi ülkede olursa olsun tasvip edilemez, ardından övgüler yazdırılamaz, ‘destan yazdılar’ denilemez. Bıyık altından gülenlere, “şimdi niye susuyorsunuz?” diyenlere söylüyorum bunu.
Aslında umut dolu bir yazı olsun, Dünya İnsan Hakları günü vesilesiyle Rosa Parks’tan bahsedeyim istemiştim. Sadece ten rengi yüzünden otobüste beyazların arkasında oturmak ve hatta onlara yer vermek zorunda olduğu gerçeğini kabullenmeyerek ‘yeter artık’ diyen, dedirten,
direnen ve kazanan Amerikalı siyahî bir kadından. Bir direniş hikâyesini anımsamak, duymamış olanlara duyurmak istemiştim. Oysa halen, her yerde güçsüzler, muhalifler, sisteme boyun eğmeyenler susturulmaya çalışılıyor, susturuluyor da. Acılar yarıştırılıp, acılı annelerin yuhalandığı, birilerince haklı görüldüğü, adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramların anlamlarını yitirdiği bir çağı yaşıyoruz. Bırakın doğmamış çocuklarımızı, “Neler oluyor burada?” diyen çocuklarımıza bile anlatamayacak kadar karardı ortalık.
Gece yakın.
Not: Siteye bakarken, tüm umutsuzluğuma rağmen, doğmamış çocuklarımıza yazsak, biz neler yazarız acaba diye düşünmeden edemedim. Siz ne yazarsınız mesela?(SK/AS)