*Görsel betimleme: Fotoğrafta, bir minibüs, çekiciyle gece vakti taşınmakta. Minibüsün dışı, canlı renklerle ve sahil temasıyla boyanmış. Üzerinde palmiye ağaçları, deniz, kum ve güneş çizimleri var. Pencereler siyah camlı ve içi görünmüyor. Arka planda gece karanlığı içinde sokak lambaları ve diğer araçlar hafifçe seçilebiliyor.
Aralarında bazıları coğrafyanın kadim halklarının fertleri olmaları bir yana, nesillerdir İstanbul’lu bir aileden gelmeme rağmen doğup büyüdüğüm İstanbul’dan mütemadiyen uzaklaşma isteğim ve ona artık katlanamamam bir tesadüf mü?
İçine düştüğüm bu durumu sabırla beklemiş, yaşam tarzımızda, evlerimizde, kotralarımızda gözü olanların günümüze kadar hiç sekteye uğratmadan dışa vurmuş oldukları, “zenginlikler”imizi ele geçirme dürtüsünün bunda payı yüksek midir?
Yoksa nispeten medeni bir kentte tevazuyla yaşamanın getirdiği konforu ben özlerken onların hayat gailesi oldum olası kaosla mı harmanlanmıştı?
Bilmemkaçıncı defa yaşanan fetih duygusunun günün birinde tatmin edilme ihtimali ufukta belirdi mi?
“Bu film Gezi Parkı ayaklanmasıyla 15 Temmuz darbesi arasında İstanbul’un görünür olduğu kısa bir aralıkta çekilmiş ve 10 yıl kurgu masasında kalmıştır” ifadesiyle başlayan "Bir Çürüyen Ütopya" belgeseli, artık kendimi gerçekten “ecnebi” hissettiğim şehirden uzakta, bir tatilde tekrar karşıma çıktı.
Yönetmeni Sinan Güldal’a duyduğum saygı olmasa, komşunun bir adasındaki ücra bir sahil köyünde beynimi ve ruhumu yatıştırmaya çalışırken, agresifliğin zirvelerine hızla tırmanmakta olan İstanbul hakkında herhangi bir belgesel seyretmem mevzubahis olmazdı.
Şehrimin b…klu da olsa geçmişine duyduğum hürmet ve Şehir’li olmanın mesuliyeti, fazla derinlere saplanmadan işbu yazıyı kaleme almama yol açan unsurlardan biri oldu.
İlahi köpek!
Sayısız işçi cinayetine yol açmış heyula gibi şantiyelerde, fallik semboller olarak zenginler arasındaki sidik yarışının en görünür olduğu çirkin gökdelen arenasında, Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş, canavarın damarları konumundaki caddelerde şoförlük yapan Keloğlan edalı genç bir adamın minibüsünde kamera, ısrarlı bir tavırla uzun uzun kalarak seyirciyi adeta hipnotize ediyor.
Yönetmenin sık sık karşımıza çıkardığı filmin kahramanlarından köpekler de kayda değer bir performans sergiliyor. Kimi, insan ve araç trafiğinin ortasında kalakalmış, şakınlıktan nereye gideceğini şaşırmış, kimi kalabalığın içinde olsa da yere sereserpe uzanıp keyif çatıyor, onları bekleyen yeni bir Sivriada kırımından bihaber…
Kimisi ise mutsuzluğu çehresine vurmuş milyonlarca insanın evreninde, sevincini ve sevgisini film ekibine cömertçe gösterirken, şehirde fazlasıyla eksik olan “titreşimleri” köpeklerle kolayca özdeşleşebilecek seyircinin yüzüne çarpıyor, adeta tefekküre sevk ediyor.
Ne de olsa ortalık, kendini İstanbul’lu addedip bundan gurur duyan, hatta böbürlenen, kibirli ve küstah vatandaşlarla dolup taşıyor. Aslında kendini buraya ait hissetmeyen, bastığı toprağın tarihini bilmeyen ve umursamayan, şehri bir türlü sevemeyen, beklentilerinin aksine mutsuz, tatminsiz ve örselenmiş ruhlar…
“Lanet olasıca” İstanbul gene kahpe muamelesi görüyor, fatura şehrin kendisine ve varlığı inkâr edilen yerlilerine kesilmiş oluyor… susturulmuş, sindirilmiş, kovulmuş, gömülmüş!
İlahi Kadir!
Aynı kamera denize kavuştuğu zaman, ahşap bir teknenin üzerinde konuşlandığı için mi ne, sanki daha rahat nefes alıyor. Haliç’in Kadir Topbaş imzalısı dahil, birbirinden kişiliksiz ve çirkin köprülerinin altından geçerken gene de kasvet ağır basıyor. Hepsi Altın Boynuz’un mazide kalmış şaşaalı geçmişiyle boy ölçüşmekten aciz…
Filmin çekildiği yıllarda hâlâ Haliç’te eğreti bir biçimde bekletilen eski Galata köprüsünün parçalanmış cesedi ise bir zamanlar kentin en otantik mimari unsurlarından biriyken şehrin dönüştüğü kültürel enkaz vaziyetinin cisimleşmiş hali gibi duruyor.
Kedi ve köpek maması, ayrıca simit yemekten tabiatı şaşmış yeni martı jenerasyonunun bir yavrusu suya düşüp çıkmaktan acizken tüyleri dibine kadar ıslak bir şekilde kendini bir kayanın üzerinde buluyor. Seyircinin gene rahatlıkla özdeşleşebileceği şekilde başına gelenleri sorgulayıp kendine gelmeye çalışırken dalgalar onu hırpalamaya devam ediyor, diğerlerinden daha güçlü bir dalga onu tekrar suya savuruyor.
Oysa belgeselde üst sesin ifade ettiği şekilde bir zamanlar bu şehirde pelikanlar vardı (Covid-19 tedbirleri sırasında İstanbul semalarında tekrar görülmeleri tesadüf değildi); İstanbul’un muhtelif noktalarında foklar bile yaşamıştı (Sivri’dekinin kefiliyim, Yassı’dakinin değil). Denizle fazlasıyla alakasız milyonlarca vatandaşın yaşadığı bu nadide kıyı şehrinde nesli çoktan tükenmiş onlarca balık çeşidi de vardı.
Üst ses ısrarla onların isimlerini sayarken kentin Rum kültürüne selam çakıyor, günümüzde kulağa acayip gelebilecek o kelimeleri adeta bir mantraya dönüştürüyor.
Ve “Nerede bu canların İstanbul’u?” diye soruyor aynı üst ses, kıyı hattı yollarla kuşatılmış bu asfalt ve beton cehenneminde…
İlahi İETT!
Filmde Tophane-Karaköy hattına yanaşmış çirkinlik abidesi devasa kruvaziyer gemisi de görüyoruz, tüm asaleti ve İstanbul denizlerinde esamisi artık okunmayan estetiğiyle Kuruçeşme sahiline bağlı Savarona’yı da.
Fakat filmin benim için en çarpıcı anında, motorlu bir araçtan çekim yapmakta olan kamera şehrin eski bir mahallesindeki agresif sokak aydınlatmalarının boyunduruğunda, gene İstanbul’un kaybolmuş ruhunu ısrarla ararken gafil avlanıyorum. Kentin binyıllara yayılan mazisinde susmamış ender seslerden bir Ortodoks ilahisi patlatıyor Sinan Güldal.
Filmin başlarında gördüğümüz Heybeli sekansında uğramasak da yıllardır açılamayan, adeta lanetlenmiş Ruhban Okulunun vaziyeti aklıma geliyor, bir de Büyükada’daki yetimhanenin…
Şehrin kimliğinde büyük payı olmuş azınlıklara bir süre önce verilen sözlerin pek azının tutulduğunu ve Cumhuriyet tarihindeki tüm hükümetlerin “millileştirme” hususunda birbirinden pek farklı olmadığını da hatırlıyorum.
Zaten büyük bir kısmı siyah-beyaz film her bir seyirciyi uzun uzun kendi İstanbul’unu düşünmeye sevk ediyor. Kimi için hâlâ taşı toprağı altın, kimi için televizyon dizisi dekoru; birileri için ahlaki çürümüşlüğün, birileri için kadim geleneklerin, diğerleri için ise turistik bir vitrinin cisimleşmiş hali…
Sahi, İstanbul adalarındaki talanın hâlihazırda ulaştığı son noktaya ne demeli: Yürümekten âciz hale gelmiş (mi ne?) insanlar için, artık neredeyse unutulmuş faytonların yerine İETT’nin geçenlerde tahsis ettiği zavallılık şahikası minibüsler şehrin son sakin köşesinden nemalanarak adaları da kaotik varoluşlarına benzetme teşebbüsü!
Bir de, ahı gitmiş vahı kalmış Marmara denizinde ille de yüzmek isteyenler için ada kıyılarını işgal eden tesislerin fiyakası var tabii…
Bu dalbudaklanmış olduğu kadar sıkışmış devasa organizma için öngörülen ve belki de kontrolden çıkmış senaryoların, benim bir kentte medenice yaşama kıstaslarımı artık karşılayamadığı muhakkak.
(RL/EMK)