Güzel bir güne başlamanın umuduyla sokak kapısını açtığımda bir çift deniz mavisi göz karşıladı beni. Gözlerindeki saflık ve neşe, denizin üzerine vuran güneş ışığının altın renkli pırıltıları gibi yansıyordu yüzünden.
Güne başlamak için bundan daha güzel bir manzara olamaz diye geçirdim içimden. Annesinin elinden tutmuş, asansörü bekliyorlardı. Beni görünce muzip bir gülümseme yayıldı çehresine. Üç yaşlarındaydı. Üç yaşın enerjisi ile yerinde duramıyor, annesinin kavradığı eli sallayarak belki de hayalindeki müziğin ritmine uydururcasına ileri geri sallıyordu küçük kız…
"Geçmiş olsun"
Ayakkabılarımı giydiğim tabureden kalkıp dışarı çıktığımda, gözleri elimdeki bir çift bastona yöneldi. Şu ana kadar hiç rastlamadığı bu görüntüyü dikkatle inceledi. Gülüştük ikimiz de. Zihninde sayısız sorular belirdi belli ki. Annesi bir bana bir kızına baktı. Sonra tekrar benimle buluştu annenin gözleri. Tedirgin ve kaçamak bakışlardı. Kısa kısa… Tam o sırada geldi anneyi korkutan soru.
“Anne ne olmuş?” Parmağıyla beni işaret ederek, tam da bir çocuk saflığıyla.
Anne mahcup… Sanki yıllarca sakladığı bir sırrı ortaya çıkmış. Ya da işlediği bir suç var da oracıkta yakalanmış aniden. Eveledi, geveledi… Biraz da kızardı.
“Üvvv olmuş kızım” diye cevapladı aceleyle. Bir taraftan kızını çekiştirerek asansörün açılan kapısına yönelirken diğer yandan adeta işlediği suçu affettirmek isteyen bir ruh hali ile bana dönerek konuştu:
“Geçmiş olsun” dedi.
“Geçmiyor” dedim arkalarından. Duyup duymadıklarından emin olmadan.
Engellilik hakkında ezberler
İşte o anda elimden aldı bu küçüğün kahramanı olma ihtimalimi. Sınırsız bir zihne sınırlar çizildi yine ebeveyn olmanın verdiği yetkiyle. Denizi pembeye, elmayı maviye, gökyüzünü sarıya boyayan sınırsız çocuk zihinlerine getirdiğimiz sınırlar gibiydi cevabı… Oysa bir çift kanat görmüştü elimde belki de benim küçüğüm… Ya da sihirli bir değnek, tüm istekleri yerine getirecek… Ne de olsa kabul edilir bir şey değildir büyüklerin dünyasında farklı düşünmek. Bir ebeveyn olarak en asli görevimiz, onları hayal dünyalarından kendi gri gerçekliğimize ve ezberlerimize, sınırsız zengin bir zihinden sınırlı olana getirmek değil mi?
Asansöre binerken anne elinden çekiştirirken hala dönüp dönüp bana bakıyordu küçüğüm. İkna olmamıştı çünkü. İçinde büyüyen merak ve sorular cevapsız kalmıştı. Şimdilik sorusu geçiştirilen minik gözler yetişkin olduğunda daha da merakla soracak ne olduğunu bu kez içinden, bakışları engelli bireylerin bedenine kilitlenmiş gizli gizli incelerken.
Her an yaşadığım iletişim biçimlerinden biriydi, bugün olanlar. Yıllardır büyüyen, çözümsüz kalan engellilik konusundaki sorunların kaynağını bir cümle ile özetlemişti aslında anne, kendi ebeveynlerinden miras aldığı bilindik ezberlerle. Yıllardır milyonlarca engelli bireyin topluma anlatmak istediği ana fikrin özeti gibi. İşte tam da sorun buydu.
Geçmediğini anlamak…
Normal nedir, anormal nedir?
Bu ifade yıllardır ülkemizde mevcut engelli kültürünün iki kelimelik özeti gibidir. Ülkemizdeki hakim engellilik kültürü geleneksel bireyci tıbbi modeldir. Mevcut model engelliliği, sağlıklı olan-hasta olan, normal olan-anormal olan şeklinde ele alır. Tıbbi modelde, engelli birey kötü kaderi olan talihsiz ve trajik bir yaşama sahip olandır. Engelli bireyin bedeni işlevsiz, anormal, deforme olmuş ve eksiktir. Tıbbi model, bireye kendi yarattığı normal için, eksik gördüğü bedenin restore edilmesi yönündeki baskısından asla vazgeçmez.
Eksiklik ve tamlık
Eksiklik! Eksiklikten bahsediliyorsa bir de tamlık vardır değil mi? Tam olduğunu söylemek… Ne büyük bir söz. Tamam olmak... Ne büyük bir gaflet… Ne kibirli bir iddia… Peki insanın tam olması nasıl bir şeydir? Dört çeyrek elma bir tam elma eder diyoruz. Kaç çeyrek, bir tam insan eder? Tam insanı ölçümleyen matematiksel bir formül de var mıdır mesela? Ya da insanın tamlığını tartan bir terazi? Tamam olduğunu ölçmek isteyen bir kişi kefenin karşı tarafına ne koyar, ağırlık birimi olarak sizce?
Yaşadığımız iklimde bu iddiaya sahip insanlar, farklı ağırlık ölçü birimleri buluyor kendisine. Çeşit çeşit… Kimisi için paha biçilmez son model arabalar… Kimisi için 30. katta milyon dolara aldığı rezidanslar… Kimisi için isminin önüne gelecek itibarlı kariyerler, unvanlar… Dolgun bir banka hesabı… Artık dolaplara sığmayan biriktirilen giysiler, ayakkabılar… Bir türlü giderilemeyen estetik kaygılar… TAMAM olmanın dayanılmaz ağırlığı.
Hawking, Beethoven, Kahlo vd.
Oysa tamam olmak içe doğru bir maceradan öte nedir ki? Tamam olmak her birimizin içinde saklı özle buluşmak değil mi? Stephen Hawking fizik biliminde çığır açtığı teorilerini geliştirirken ne kadar eksik ne kadar tamdı? Ya da Beethoven 9. Senfoni’yi bestelerken notaların sesini duyabilmek için bir çift kulağa ihtiyaç duymuş muydu? Frida Kahlo’yu hatırlarken dünyanın tüm kadınlarına ilham olan özgür ruhu ve onun direncinden can bulan eşsiz renklerin tuvale yansıdığı eserlerinden başka bir şey var mı aklımızda kalan?
Beşerden insana giden bir yolculuktur yaşam. Hakikati bulmak isteyenler için yol, içeriden dışarıya değil, dışarıdan içeriye doğrudur. Bunun içindir ki eksiklik, engelli olana değil, insan olmaya aday olana ait, asli bir özelliktir…
13,2 milyar yaşındaki Samanyolu Galaksisinde bulunan milyarlarca gezegenden biri olan dünyada yaşıyoruz. İşte geldik ve gidiyoruz, sınırlı bir ömürle… Ve hepimiz istisnasız parmak izimiz kadar eşsiz bir iz bırakıyoruz, kendimizden geriye. Lakin bedenimizle değil, yüreğimizle…
(NÖ)