Avrupa'nın en agresif futbol seyircisine sahip olduğu söylenen Britanya'da, devletin futbolseverlerden çok daha zalim olabildiğini Hillsborough vakası kanıtlamıştı. Liverpool ile Nottingham Forest'ın 1989 yılındaki karşılaşmasında meydana gelen 96 ölümle ilgili, güvenlik kuvvetleri en başta olmak üzere yetkililerin ihmallerini inkâr ederek sorumluluğu seyircilere yüklemesi, hazin olayı kurban aileleri için 27 seneyi aşkın bir hak arayışı davasına dönüştürdü.
Amsterdam'daki Uluslararası Belgesel Film Festivali IDFA'da seyrettiğim Hillsborough adlı film, kalabalık insan topluluklarına hâkim olmanın zorluğunu bir kez daha gözümüze sokarken, olağanüstü durumlarda etkin müdahalede bulunmasını beklediğimiz ilgili devlet birimlerinin yetersiz kalabildiğini de hatırlatıyor.
Yönetmen Daniel Gordon hikâyeyi Hillsborough Bağımsız Paneli'nin kurucularından, Hillsborough - The Truth (Gerçek) adlı kitabın yazarı Prof. Phil Scraton'a anlattırıyor. Scraton'ın filmde ifade ettiği "Hillsborough'nun bedeli kurumsallaşmış adaletsizliktir" cümlesi Britanya'nın insanlık ayıbını özetlerken sürükleyici belgesel devlete bel bağlamanın kırılganlığını teferruatlı biçimde afişe ediyor.
Hem suçlu, hem güçlü
Sheffield'daki Hillsborough stadyumunun güvenliği futbol dinamiklerine pek de aşina olmayan, yeni atanmış bir emniyet müdürüne emanetti. Yarı final maçına seyircinin yoğun ilgi göstereceği aşikâr olmasına rağmen alınan önlemlerin yetersiz kaldığı, işin başından belli oldu. Zaten dar olan ana giriş kapılarında oluşan tıkanma, yan kapıların açılıp start düdüğünün çalınmasına kısa bir vakit kalmışken kalabalık bir kesimin stada alelacele alınmasıyla bertaraf edilmeye çalışıldı.
Fakat stadyumun özellikle bazı tribünleri çoktan dolmuş, ön sıralarda sıkışmalar olduğundan futbolseverler bir üst tribüne tırmanmaya başlamıştı bile.
Karşılaşma başladıktan birkaç dakika sonra bazı seyircilerin canlarını kurtarmak üzere tellere tırmanarak çim sahaya atlamasıyla işin çığırından çıktığı anlaşıldı. Fakat polisler vaziyetin ne kadar vahim olduğunu idrak etmekte geciktiklerinden gerekli önlemleri almaktan da epey uzak kaldılar. Bazıları verilen emirlere uyarak güvenlik zinciri oluşturmakla meşgulken, futbolseverler sıkışarak veya ezilerek boğuluyordu.
Ülkeyi ve dünyayı dehşete düşüren felakette yetkililer seyircileri kabahatli ilan ederek kendilerini aklamaya girişti. Seyircilerin sarhoş olduğu, alkolün etkisiyle saldırganlaştığı, facianın kurbanlarını soymaya kalkıştığı, hatta nefes almakta zorlanan bir kazazedeye suni teneffüs yapmakta olan polisin üstüne bazılarının işediği söylendi. Devlet kendi ayıbını örtmek için ortalığı velveleye vermiş, gündemi saptırıp gerçekleri gizleme yoluna gitmişti. Mağdurlar kısa zamanda suçlu haline geldi.
Devlet kendini aklıyor
Oysa polisin ihmali ve olağanüstü durumlarda devreye sokulacak müdahale planının yoksunluğu esas suçluydu. Seyircilere yönelik linç kampanyasına ülkenin malum gazeteleri hararetle destek verdi. Ne de olsa dönem Thatcher dönemiydi. Futbol seyircisi suçlanmakta olan Liverpool'un halk birliği, Demir Lady'nin sinirini oldum olası bozuyordu. Yalanlar peş peşe dizildi, yetkililer tek tek aklandı, hukuki süreç hep onların lehine işledi.
Vakada hayatını kaybedenlerin yakınları adalet peşinde debelenirken adeta lanetlenen kesim haline geldi. Başlarına gelene inanmakta zorlanan kurban aileleri İşçi Partisi iktidara geldiğinde ümitlenir gibi oldu, ama devletin üst katmanlarındakiler birbirini koruma refleksiyle davrandığından, durumda herhangi bir gelişme olmadı.
20 sene sonra, her yıl stadyumda yenilenen anma sırasında genç bir siyasetçi geleneksel konuşmasına başlayıp kısa bir es verdiğinde stadın uzak bir köşesinden duyulan, tek kişinin "Adalet!" haykırışı hazır bulunan binlerce insanı bir ateş gibi sardı. Politikacı konuşmasına devam etmek isterken uzun süre etrafına şaşkın şaşkın baktı, tüm stadyumdan tek ağızda ifade edilen, şiddeti gittikçe artmış adalet talebi karşısında ne yapacağını bilemedi.
İşte o andan itibaren tekrar başlayıp 2016 yılının Nisan ayında sona eren hukuki süreçte futbolseverlere itibarları iade edildi, ailelerinden bu yıkıcı sürece dayanabilenler, olaydan 27 sene sonra adaletin zuhur edebildiğini görebildiler. Daniel Gordon'un hassas elinden çıkma 122 dakikalık Hillsborough belgeseli, inanılması zor bir hukuksuzluk dersi sayılabilir.
İzlenesi belgesel
Uzunluğuna rağmen heyecanla seyredilen belgeselde yıllar boyunca suçluluk duygusuyla ezilen birkaç polis memurunun itirafları da var. Emniyet teşkilatına hâkim olan maço kültürün etkisi ve amirlerin baskısı yüzünden olay hakkında daha önce konuşamamış bazı güvenlik kuvvetleri mensupları, insani bir profil çizebiliyor.
Yönetmen Gordon röportajlarında yöredeki dayanışma ve birlik ruhu örneklerinden de minnetle bahsediyor. O zamanlar telefon gayet pahalı bir hizmetmiş; Sheffield ahalisi maç seyircilerini evlerine alıp telefonlarını kullandırarak hayatta olduklarını ailelerine haber vermelerine imkân tanımış. Taksi şoförleri kurban ailelerini hastaneden morga ücret almadan taşımış.
Film vesilesiyle ortaya çıkan bir diğer gerçek, sisteme güven duyma ihtiyacı yüzünden halkın bir kesiminin günümüzde bile olaylara polisin öne sürdüğü biçimde inanmaya meyilli olması: "Devlete duydukları güven de kaybolursa ellerinde başka bir şey kalmaz ki" diyor yönetmen Gordon.
Filmin İngilizce orijinalini buradan izleyebilirsiniz:
(MT/ÇT)