Gazze Şeridi, bütün dünyadan yalıtılmış ve İsrail’in saldırılarına terk edilmiş haliyle tam bir mülteci hapishanesi görünümünde. Gazze nüfusunun büyük bölümü, İsrail’in Filistin topraklarını işgal etmesinin ardından bu küçük kıyı şeridine sığınmış mültecilerden oluşuyor. “Barış Süreci”, Gazze’ye sürdürülebilir bir gelecek imkanı vermiyor. Bunun değişmesi yönünde hiçbir işaret yok. Gazze’de mevcut durum insani maliyetleriyle sürerken, uluslararası hukuk anlamsızlaşıyor.
Türkiye’de hükümet, Filistin konusunda ilk defa etkin bir rol oynamaya soyundu. Fakat hükümetin Filistin politikası, İsrail rejiminin dayattığı oldu-bittiyi sorgulamaya açık görünmüyor.
Soykırım ve terörizm
İsrail, tarihte soykırım kurbanı olan tek halkın Avrupalı Yahudiler olduğunda ısrar ederken, Nazi soykırımını belirtmek için kullanılan "Shoah" terimini ilk kez Gazzeli Filistinlilere karşı kullandı.
Gazze’de sivillerin ölmesine yol açan İsrail saldırıları konusunda BM Güvenlik Konseyi'nde konuşan BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, uluslararası aktörlerin tutumunda bir değişiklik olmayacağını gösteriyor. Ban, Hamas saldırılarından terörizm olarak söz ederken, İsrail’i sadece “aşırı güç kullanımı”yla suçladı.
Hamas’ın sivil hedeflere yönelik misilleme saldırıları silahlı çatışmalar uluslararası hukuk açısından gerçekten de terör suçları olarak görülebilir. Fakat aynı terim, İsrail’in yeni şiddet dalgasını başlatan kaçırma, savaş uçaklarıyla ve uzun menzilli toplarla silah hedefleri vurma, roket saldırıları gibi uygulamaları için de geçerlidir.
Filistin’in işgalinden bu yana İsrail’in uyguladığı bütün politikalardan soyutlandığında İsrail’in Gazze’ye yönelik politikasını soykırım politikası olarak tanımlamak fazla ileri gitmek olabilir. Fakat İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerine verilen destek, böyle bir olasılığı açık tutuyor.
Güvenlik Konseyinde BM Genel Sekreterine yanıt veren ABD Temsilcisi, İsrail eylemlerinin, “meşru müdafaa” niteliğinde olduğunu açıkladı. İsrailli barış grupları, İsrail saldırılarının baştan beri Hamas’ı tahrik ederek sivil hedeflere saldırmasını sağlamayı amaçladığını belirtiyor. Ha’aretz gazetesinde yayınlanan analizlerde, Hamas’ın son iki haftadır ateşkes önerdiği hatırlatılıyor.
İsrail’in Gazze’yi serbest atış bölgesi olarak kullanması karşısında tam bir sessizlik hakim. Uluslararası Ceza Mahkemesini savunan uluslararası insan hakları kuruluşları bile, İsrail’in haftalardır uluslararası ceza hukukunun pek çok kuralını günlük olarak ihlal etmesi konusunda sessizliği sürdürüyor.
Filistin’in Türkiye Büyükelçiliğinden bir yetkili, “İnsan hakları hukuku Gazze için bir şey ifade etmiyor” diyerek tepki gösteriyor.
Gazzeliler, hayatta kalmak için sadece kendilerine, zulüm deneyimlerine güveniyor. Cenevre Sözleşmelerinin yasakladığı sivilleri topluca cezalandırma yasağına aykırı Gazze ablukasını, Mısır sınırındaki duvarı yıkarak delen de Gazze halkı.
Mevcut durum süreklileştiriliyor
Gazze’nin 1,5 milyonluk nüfusunun yaklaşık 1 milyonu mültecilerden oluşuyor. Gazze’nin gettolaştırılması, burada yaşayan halk açısından ek insani maliyetler getiriyor. Zira İsrail, bu bölgeyi dünyadan soyutlama gücüne sahip. İsrail ordusunun gerilim dönemlerinde serbest atış sahası olarak kullandığı bu bölgede, sadece sürekli bir savaş hali değil, aynı zamanda sürekli bir insani kriz hüküm sürüyor.
“Barış Süreci”, işgalin yarattığı oldu-bittiye süreklilik kazandırıyor. Oslo Antlaşması, Gazze’nin gelecekteki Filistin devletine bağlı bir kanton olmasını öngörüyordu. Gidişat o yönde. Fakat birbirinden kopuk iki parça halinde bir devlet kabul edilebilir mi? Kabul edilse bile sürdürülebilir mi? Öte yandan, öngörülen devlet, Ortadoğu’ya dağılmış yaklaşık 5 milyon Filistinli mülteci için yaşanabilir bir yurt haline gelebilir mi?
Gazze’nin hukuksal statüsünün üstünü örttüğü gerçek, İsrail devletinde mevcut rejimin dinci-ırkçı karakteri. İsrail’in kontrolü altında olan ve Filistin’e ihsan edilen toprakların durumu, iki halklı birleşik bir devleti dayatıyor. Bunun İsrail tarafından kabul edilemez olmasının ırkçılıktan başka bir açıklaması yok. Uluslararası topluluk tarafından asla sorgulanmayan bir durum bu. ABD Başkanı Bush, Ortadoğu gezisini şu sözlerle tamamlamıştı: “Uluslarımız arasındaki ittifak, bir Yahudi Devleti olarak İsrail’in güvenliğini güvence altına almaya yardımcı oluyor”.
Hem İsrail hem ABD, işgal altındaki topraklarda bir Yahudi Devleti istiyor. ABD Dışişleri Bakanlığının 2007 Din Özgürlüğü Raporuna göre, İsrail’in 1967 savaşı öncesi sınırlarında yaşayan 7 milyon nüfusunun 1.3 milyonu Müslüman ve Hıristiyan Araplardan oluşuyor ve Yahudi nüfusun yüzde 44’ü kendini seküler olarak tanımlıyor. İsrail devletinin yasal ve idari düzenlemeleri büyük ölçüde Museviliğin Ortodoks yorumuna dayanıyor. ABD raporuna göre sadece Müslüman ve Araplar değil, Ortodoks olmayan Yahudiler de dini azınlık konumunda.
Filistinlilerin Evlerinin Yıkılmasına Karşı İsrail Komitesi lideri Jeff Halper, İsrail’in bir apartheid devleti olduğunu ilan etmişti. Nitekim İsrail, Güney Afrika’daki ırkçı rejimin uygulamalarını uluslararası ceza hukuku kapsamında düzenleyen 1976 Apartheid Sözleşmesine imza atmamıştı.
Filistin sorununda gerçekten bir çözüm isteniyor mu?Ha’aretz yazarı Gideon Levy’nin tanıklığına başvuralım: “İsrail barış istemiyor”.
Peki neden? Çünkü barış, Filistin sorununa gerçek bir çözüm arayışını dayatabilir. Çünkü barış, İsrail rejiminin ırkçı-dinci politika ve uygulamalarını sorgulamaya açar. Çünkü barış, İsrail ordusunun ayrıcalıklarını, meşruiyetini ve kabarık bütçesini sorgulamaya açar.
İsrail terörist bir devlet mi?
Noam Chomsky bir konuşmasında şöyle diyordu: ABD ve İsrail’in önerdiği uluslararası terörizm tanımını kabul edeceksek, uluslararası devlet terörizminin bildiğimiz bütün örnekleri bu iki devlet tarafından gerçekleştirilmiştir.
İsrail’in Hamas’a yönelik saldırılarına dair haberler, bu saldırıların hukuksal statüsünü gözlerden saklıyor. Silahlı çatışmalar uluslararası hukuku kapsamında Hamas, sivillere yönelik terörist saldırılar yapmadığı sürece meşru bir savaş yürütüyor. Birleşmiş Milletler, İsrail’i bir işgal gücü olarak tanımlıyor. Uluslararası ceza hukuku açısından İsrail’in Hamas liderlerine saldırıları bir benzetmeyle tarif edilebilir: Hamas’ın İsrail liderlerinin evlerini savaş uçaklarıyla bombaladığını tasavvur edin.
İsrail’in vicdanının seslerinden biri olan Gideon Levy, İsrail ordusunun Gazze’ye yaptığı bir operasyonu şöyle tarif ediyor: “İsrail ordusu Gazze’yi yakıp yıkıyor – başka bir kelime bulamıyorum; bombalıyor, yıkıyor, top ateşine tutuyor, ayrım gözetmeksizin…”
Uluslararası basında bu tür eleştirilere nadiren rastlanıyor. Örneğin BBC’de İsrail savaş uçaklarının Hamas savaşçılarına yaptığı bir hava saldırısından “çatışma” olarak söz ediliyor.
Artık savaş uçaklarının üç-beş militanı havadan bombalaması görüntülerine alıştık. Sadece Filistin’de değil. İnsani açıdan bu sözle tarif edilebilecek, yorumlanabilecek bir görüntü değil. O yüzden silahlı çatışmalar uluslararası hukukunun steril diline başvuralım: Savaşta güç kullanımı meşrudur, ancak orantılı olması halinde. Orantılı olmayan güç kullanımı, basitçe suçtur.
Terörizm, silahlı şiddet yoluyla siyasal manipülasyon olarak tarif edilebilir. İsrail ordusu, kendi siyasal tercihlerini Filistin halkına dayatmak için, savaş uçaklarıyla bombardıman ve Gazze’yi aç bırakmak da dahil uluslararası hukukun yasakladığı her yöntemi serbestçe kullanıyor. Bunun için eleştirilmiyor bile.
Fakat İsrail’in Gazzeli sivillere yönelik ileri teknoloji şiddetini, uluslararası hukukun sığ tanımlarına hapsetmek, başka gerçekleri gözden kaçırabilir. Global “Siyonist” lobi denilenin basitçe, ırksal ve dinsel kaygılardan uzak katı ekonomik çıkarlar etrafında birleşen bir sermaye grubu olduğunu unutmamak gerekir. “Siyonizm” paranoyası, bu çıkar ağında sadece Yahudi diaspora yüksek burjuvazisinin yer almadığını unutturuyor. Bu çıkar ağı basitçe, petrol ve değerli taşlar ticaretinden silah endüstrisi ve ticaretine geniş bir ekonomik alanı kapsıyor.
ABD ve Batı Avrupa hükümetlerinin de, uluslararası medyanın da karar verme mekanizmaları, bu çıkar ağıyla derin ilişkiler içinde işliyor. İsrail’de de siyasal-askeri karar mekanizmaları bunun dışında değil.
İsrailli barış eylemcileri Uri Avnery ve Jeff Halper, şu soruyu gündeme getiriyorlar: İsrail ordusu bir yandan Hamas’ın İsrail’deki sivil hedeflere yönelik saldırılarından etkilenen çocukların imajı üzerinden kamu gündemi yaratırken, bir yandan da Hamas’ın ateşkes çağrısını kabul etmiyor. Filistinli sivillere havadan ve karadan saldırarak daha fazla şiddeti tahrik ediyor. Onlara göre Gazze, İsrail ordusu tarafından ileri silah teknolojisinin deneme laboratuarına dönüştürülmüştür. İsrail ordusunun bir serbest atış sahasına sahip olması, İsrail’e global silah ticaretinde güçlü bir konum sağlıyor.
Siyasal gerilimlerini askeri yöntemlerle çözmekte ısrar eden her hükümete aynı şüpheyle yaklaşmakta fayda var.
Berlin Duvarı yıkıldı
Uri Avinery, ocak ayında Gazze halkının Gazze ile Mısır’ı ayıran Rafah sınır duvarını yıkmasını, Berlin Duvarı'nın yıkılmasına benzetiyor:
“Gazze şeridi, dünyanın en büyük hapisanesi. Rafah duvarının yıkılması, bir özgürleşme eylemiydi. İnsanlıkdışı bir politikanın her zaman ahmakça bir politika olduğunu kanıtladı: Hiçbir güç, sefaletin sınırını geçmiş olan bir halk kitlesinin karşısında duramaz”.
Bu noktada Gazze halkının dünyadan, Birleşmiş Milletler’den, “Müslüman kardeşleri”nden ve “Hıristiyan kardeşleri”nden bir beklentisi yok. Gazze halkı için insan hakları ve insani hukuk bir anlam ifade etmiyor. Gazze halkının Filistin Kurtuluş Örgütü’nden de bir beklentisi yok. Herkes sınavını verdi.
Mısır lideri Mübarek, ABD askeri desteği karşılığında İsrail’in Gazze halkına işlediği zulüm suçuna ortak olmuştu. Çünkü ortak düşman “İslamcılık”tı. Gazze halkı Rafah sınır duvarını Mübarek’in üzerine yıktı. Şimdi Mısır, Gazzelilerin temel ihtiyaçlarını satın almalarına izin vermekten başka çare bulamıyor. Çünkü “İslamcı” muhalefetten korkuyor.
Peki Türkiye’nin Gazze’ye katkısı, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’nin finanse ettiği kalkınma ihalelerinden pay kapmakla mı sınırlı kalacak? (YB/TK)